22 Aralık 2019 Pazar

Lagari'yi Utandırmak

Blog yazılarımda şu güne değin farklı birçok konu hakkında yazdım. Çoğu zaman da tarihle ilgili yazılardı. Bu yazımda biraz kendi konularıma döneyim dedim, gene tarihle içiçe olsa da...

Dr. Itokawa [2]
Benim ilk gittiğim zamanlarda JAXA'nın (Japonya Uzay Araştırma Ajansı), ISAS (Uzay Bilimleri ve Mühendisliği Enstitüsü) kampüsündeki ana binasının giriş katında bir müze vardı. Yakın zamanda bu müze daha kapsamlı olarak, kampüs içinde yeni yapılan bir binaya taşındı. İşte bu müzede de aktarıldığı üzere Japonya'nın uzay serüveni için milat 1955'tir. Rusların Sputnik'i uzaya göndermesine henüz 2 yıl vardır. Bu tarihte Tokyo'nun kuzeybatısındaki Kokubunji'de yapılan deneyler ile, müzede örneklerini görebileceğimiz, kalem boyutundaki roketler ilk kez uçurulmuştur. Kalem roketlerin arkasındaki fikir babası Japonların Dr. Roket dedikleri, Tokyo Üniversitesi'nden Prof. Hideo Itokawa'dır. ISAS'ın da kurucularından olan bu profesör ve ekibi [1] daha sonra yollarına Bebek Roketler ve 1960'da uzay sınırını aşacak ilk Japon roketi olan Kappa serisi roketler ile devam eder. Japonya'yı uzay yarışında, kendi uydusunu uzaya gönderen 4. ülke yapacak olan Ohsuni uydusunu 1970'de uzaya gönderen ise bu roketlerin daha gelişmiş versiyonu olan Lambda serisi L-4S-5 roketi olur [3].

Dr. Itokawa 1999 yılında ölmüş. 1998 yılında keşfedilen bir asteroide kendisinin ismi verilerek onurlandırılmış. Ölümünün yaklaşık 4 sene ardından kurulan JAXA'nın dünyada oldukça ses getiren uzay görevlerinden biri işte bu asteroide oldu. Hayabusa isimli uzay aracı asteroide gidip, üzerinden parçacık örnekler topladıktan sonra Dünya'ya geri getirdi.

Arkada M-V roketi ile ISAS kampüsünde sakuralar.
Konuyu esas özne olan kendimize getirecek olursak, bizim roketler ile tanışıklığımız bir rivayete göre Osmanlı zamanına kadar gidiyor. Evliya Çelebi'nin seyahatnamesinde rivayet ettiğine göre IV. Murat'ın kızı Kaya Hatun'un doğumu sebebiyle yapılan şenlikler sırasında Sarayburnu'ndan roketi ile havalanan Hasan Çelebi, 2.5km ötede denize iniş yapmış ve padişah tarafından bu uçuşu nedeniyle ödüllendirilmiştir. Dilerseniz bu noktada sözü Evliya Çelebi'ye bırakalım [4]:

Murad Han'ın Kaya Sultan adlı bir kızı doğduğunda akika (Yeni doğan bir çocuk için Allah'a şükür niyetiyle kesilen kurbanın adı) şenliği olduğu gece bu Lağari Hasan 50 okka baruttan yedi kollu bir fişeng icat edip Sarayburnu'nda padişah huzurunda derya üzere fişeğe bindi. Yardımcıları fişeğe ateş edip Lağari, "Padişahım seni Buda'ya ısmarladım. İsa Peygamber ile konuşmaya gideriz." diye göklere yükselirken dua edip Allah'a hamdler ederek yanında olan fişenklere ateş edip deniz yüzünü aydınlattı. Gök kubbede büyük fişeğin barudu kalmayıp yere inerken ellerinde olan kartal kanatlarını açıp Sinanpaşa Kasrı önünde denize düşüp yüzerek çıplak padişah huzurunda yer öpüp, "Padişahım, İsa Peygamber padişahıma selam eyledi" diye şakalar etti. Bunun üzerine bir kese altın ve 70 akçe ile sipahi zümresinden olup Kırım'da Selamet Giray Han'a gidip orada öldü. Rahmetli yakın dostumuz idi. Allah rahmet eylesin. 

Lagari Hasan Çelebi [5]
Lagari Hasan Çelebi gerçekten yaşamış mıydı, yaşadıysa bile böyle bir roketle havalanıp sağ salim yere inmiş miydi, bizler bilemiyoruz. Evliya Çelebi'nin hikayelerinin genel fantastik havasını düşününce ve o zamanın imkanlarıyla Hasan Çelebi'nin kendini bir roket içinde havalandırıp, sağ bir şekilde yere inmesinin teknik olarak çok zor olduğu dikkate alınınca, hayal ürünü bir karakter olması daha muhtemel. Ama yakın tarihimizde roketler ile gerçekten uğraşıp, Lagari'den daha az bilinen gerçek karakterler var.

Bunlardan ilki Bandırma Füze Kulübü üyeleri ve sonrasında onlarla güçlerini birleştiren İTÜlü bir akademisyen olan Kirkor Divarcı [6]. İlk çalışmalarına 1957'de yani Spunik 1'in fırlatıldığı yıl başlayan öğrenciler tüm olumsuzluklara ve eleştirilere rağmen kendi ürettikleri roketler ile denemeler gerçekleştirmiş ve oldukça da başarılı olmuşlar. Öyle ki seneler 1962'yi gösterdiğinde gençlerin, Kirkor Divarcı ile birlikte inşa ettikleri Marmara-2 isimli roket 15km irtifaya kadar çıkar ve dönemin amatör roket çalışmaları arasında dikkate değer bir başarı elde eder. Bu başarıyı Hürriyet I ve II roketleri takip eder. Amaç aslında açıktır, uzaya erişmek. Bu anlamda dikkat çeken projelerden biri Aktrüs Projesi'dir [6]. Aktrüs Projesi 500 kilogram ağırlığında ve 4 metre uzunluğunda bir roket ile uzaya fare göndermeyi amaçlıyordu. 1950 yıllarda Amerikanların V-2 roketleri ile uzaya fareler gönderdiği biliniyordu. Bu projede de benzer bir şekilde kapsülüne koyulan farenin hareketleri mikrofilm makinesi tarafından yol boyunca takip edilecek, roket 150 kilometreye ulaşınca kapsül ayrılacak, ayrılan kapsülden düşen fare paraşütle dünyaya inecek ve böylece farenin durumu görülebilecekti.

Marmara I Roketi fırlatılmadan önce [7]
Bandırma Füze Kulübü'nün ve Kirkor Divarcı başarıları dikkat çekmiş, dönemin cumhurbaşkanı Cemal Gürsel'de dahil birçok devlet büyüğü tarafından tarafından davet edilmiş, tebrik mesajları almışlardır. Fakat ne olduysa bundan sonra olur. Çalışmalar bir anda kestirilir, Kirkor Divarcı'nın çalışmaları yanar ve tüm bu yaşananlar unutulur gider. Bu unutulmuşluk o kadar fazladır ki İTÜ'den uzay mühendisi olarak mezun olmuş bir kişinin bile bu gibi çalışmalardan ancak seneler sonra haberi olur, Kirkor Divarcı İTÜ'nün kendi evladı olmasına rağmen! Şu an kendisi yaşıyor mu, yaşıyorsa nerde ve ne yapıyor, internette ne yazık ki herhangi bir bilgi yok. O zamanlar Bandırma Füze Kulubü'nü kurmuş insanlar ise isim değişikliğinin ardından Bandırma Havacılık ve Uzay Araştırma Derneği çatısı altında halen amatör bir şekilde faaliyetlerini sürdürüyor [8]. 

Kirkor Divarcı ve Bandırma Füze Kulubü'nün yaptığı çalışmalar tek emsal değil. Gene aynı tarihlerde memleketin başka bir köşesinde, Tokat'ta Muammer Kalender isimli 17 yaşında bir gencimiz de kendi çalışmalarını yapmaktadır. Gazetelerdeki haberlere göre daha evvel 3 başarılı deneme gerçekleştirmiş ve Kalender 4 isimli roketi ile 175km'ye yani uzay sınırının üstü bir irtifaya çıkmayı hedeflemektedir [9]. Yaşananlar hakkında gene birkaç gazete küpürü haricinde kapsamlı bilgi yok. Burada iki sebep olabilir: Ya haberde yazılanlar o kişinin hayal gücüne de dayanan biraz uydurmaca bilgiler, ya da insanların ilgisi yaşananlara en alt düzeyde olduğu için böyle birşey yaşandıysa bile kimse yeterince ilgilenmedi, kayda almak gereği hissetmedi. Sanırım ikincisi daha olası. 2015 yılında gene Bandırma Füze Kulubü hakkında Erk Acarer tarafından kaleme alınmış bir yazıdan doğrudan aktarıyorum [10]:

Hamdi Varoğlu’nun 1962 yılında ‘Fezaya doğru’ başlığı altında Cumhuriyet’te kaleme aldığı kısa ancak öz makale idealist gençlerin karşılaştıkları zorluklara ilişkin ipuçları verir:

“...El âlem gökleri fethetti. Fezada dolaşmadık bucak bırakmadı, yakında Merih’e, aya sonra belki öteki yıldızlara sabah kahvesine gider gibi seyahatler tertip edecek. Biz beri tarafta, bu işi merak edip sırrını keşfetmeye çalışan gençlerimize ilgi yerine ancak uçak mezarlığını gösteriyoruz. Füzeci gençler, Bandırmalılardan çoğunun alaylarına hedef oluyor. İlgi yok, yardım yok, el birliğiyle işin alayındayız. Hazerfen Ahmet Efendi’den bu yana bir arpa boyu yol alamamışız diyeceğim geliyor...”

Acı gerçek gösteriyor ki bu gençlerimizi özellikle halktan kimse kaale almamış, desteklememiş. Darbeleriyle, Kıbrısıyla dönemin çalkantılı günleri içinde cumhurbaşkanından, genelkurmayına verilen sözler hep lafta kalmış. Oysa ki desteklenselermiş belki 1970'de Japonlar ilk uydusunu göndermeden önce biz bunu yapacak, kendi uydusunu gönderen üçüncü, dördüncü ülke olarak ismimizi tarihe yazdıracakmışız. Dahası bunun bilimini daha o zamanlardan yapabilecek, bunun çalışmasını yapan, binlerce kişinin ekmek yediği şirketlerin temelini o günden atabilecekmişiz. Şimdi bakınca görüyorum ki bizde kendi roketimizi yapmakla ilgili haberler yeni yeni çıkmaya başladı. Arada geçen yaklaşık 60 sene ise koca bir kayıp. Peki çok mu geç? Zihniyet bu olduğu müddetçe evet...
SpaceX Falcon Heavy roketinin ilk fırlatılışı, 2018.
Bugün dünyanın dört bir tarafında özel şirketler kendi roketlerini uzaya göndermenin yarışı içinde. Çok yakın zamanda Yeni Zellanda menşeeli Rocket Lab onuncu roketini başarılı bir şekilde uzaya taşıdı ve belki de Elon Musk'un SpaceX'ine bir şekilde rakip olabileceğini gösterdi. iSpace, Çinli özel bir firma (ne kadar özel tartışılabilir), daha birkaç ay evvel ilk roketini fırlattı. SpaceX, uzayda kolonileşmenin kapılarını aralayacak Starship (Yıldızgemisi) çalışmalarına tüm hızıyla devam ediyor. Umarım bizler de biran önce daha hızlı, organize ve kendinden emin adımlar atıp kaçan bu yıldız gemisini yakalayabiliriz. Sözlerimizi Dr. Hideo Itokawa'nın zamanında yazdığı bir haiku (Japon geleneksel) şiiri ile tamamlayalım [2]:

"Gökyüzü sınırsız ve hayallerim sonbahar denizi üzerinde çok daha yükseklerde."


Dipnot ve Kaynakça


1) ISAS ilk olarak Tokyo Üniversitesi altında bir enstitü olarak kurulmuş, 1980lerde doğrudan eğitim bakanlığına bağlanmış, oldukça yakın tarihte, 2003 yılında JAXA'nın kurulmasıyla ajansın temel enstitülerinden biri haline gelmiştir.
2) Mitsubishi Heavy Industries, Spectra, "Dr. Rocket Builds a Lab", https://spectra.mhi.com/dr-rocket-builds-a-lab
3) ISAS Websitesi, "History of Japanese Space Research", http://www.isas.jaxa.jp/e/japan_s_history/detail/challenge.shtml
4) Günümüz Türkçesi ile Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Yapı Kredi Yayınları, sayfa 669.
5) Kaynak belirsiz ama yakın tarihli bir çalışma olduğunu düşünüyorum.
6) Murat Basmacı, "Türkiye’nin İlk Uzay Kulübü: Bandırma Füze Kulübü", Roketsan, Sayı 14-6, Ocak 2019.
7) Kirkor Divarcı ve Bandırma Füze Kulubü üyelerini Marmara I roketinin başında gösteren bu resime birçok kaynakta ulaşmak mümküm ama ilk kaynağına veya fotoğrafçısına dair bir bilgiye rastlamadım. Bu kaynaklardan biri için: https://seyler.eksisozluk.com/50-yil-once-uzaya-fuze-gondermek-icin-kollari-sivayan-turkler-ve-pek-bilinmeyen-yerli-fuze-seferberligi
8) Bandırma Havacılık ve Uzay Araştırma Derneği Web Sitesi, http://huzad.blogspot.com/
9) Devrim Gazetesi, "Kalender 4 Füzesi Bu Hafta Fırlatılıyor", Yıl 1, Sayı 208, 17 Kasım 1963
10) Erk Acarer, "Tam Fezayı Fethedecektik," Birgün Gazetesi, 19.07.2015

7 Aralık 2019 Cumartesi

Hadi Göl Doldu da Kafaları Ne Yapacağız?

Düşününce Japonya'da hiçbir şey görmemiş, öğrenmemiş olsam bile doğaya duyulan saygıyı ve doğa ile uyum içinde yaşamayı öğrenmiş olabilirim. Bu ne yazık ki insanımızın çoğunun, amiyane tabirle, kitabında yazmayan bir husus. Sıradan bir Japon'un - ki burda bakınız okumuşu, cahili diye bir ayrım yapmıyorum - doğaya duyduğu saygı ile bizim aynı şekilde sıradan bir insanımızın doğa saygısı arasında fersahlarca yol var. Kırk fırın ekmek yesek bile birşey olmayacak düzeyde.

Ağaçlar arasına saklanmış bir tapınak, Nikko
Japonya'da doğaya duyulan saygının dolaylı ya da dolaysız bahsi önceki yazılarımda defalarca geçti. Mesela geri dönüşüme verilen önem bunun en elle tutulur göstergelerinden (ilgili yazılar için bknz: Geri Dönüşemeyenler ve Geri Dönüşemeyenler: Kargaların İntikamı). Gerçi bu kadar detaya inmeye de gerek yok. Google haritasını açıp gerçek uydu görüntülerinden Japonya'ya bir genel bakış atarsak zaten bu doğa saygısı tüm çıplaklığı ile gözler önüne seriliyor. Şu rakamlar belki demek istediğimizi daha net anlatabilir. Japonya bizim yarımız kadar toprağa sahip bir ada(lar) ülkesi. Toplam nüfus ise bizim 1.5 katımız. Tokyo, dünyanın en kalabalık metropolitan bölgelerinden, İstanbul'dan bile daha kalabalık bir nüfustan bahsediyoruz. Ormanların kapladığı alan ise tüm ülkenin %67'si [1]. Yani yerleşim için de olsa, ne pahasına olursa olsun ağaçları kesmeyen, ormanla içiçe yaşayan bir medeniyetten bahsediyoruz. Merak ettiyseniz Türkiye için orman oranını gösteren bu rakam sadece %27. Belki yağışların nispeten az olduğu ve bozkırlarla kaplı İç Anadolu Bölgesi gibi ülkenin orman yönünden fakir bölgelerini dikkate alırsak ve hemen her zaman yağmur yönünden zengin Japonya ile karşılaştırırsak, doğrudan rakamları dikkate almak pek adil olmaz. Amma velakin ormanları talan edip yerine binalar diken insanlarımızı nasıl göz ardı edeceğiz, pek bilemedim!

Bir Şinto tapınağının okyanusa nazır kapısı, Shimoda.
Japonların doğa saygısı ile ilgili daha sayısız paragraf yazılabilir. Bu saygı, dinden öte bir inançlar sistemi olan, bizim nispeten hakkında daha fazla bilgi sahibi olduğumuz Şamanizm ile de benzerlikler taşıyan Şintoizm ile de ilgili. Çok tanrılı bir inanç olan Şinto'ya göre kayasından ağacına, nehrinden dağına doğada bulunan herşeyin bir ruhu olduğuna inanılıyor. Bu da tabi ki insanların doğaya karşı takındıkları tavırda en önemki etkenlerden biri oluyor. Bu etkileri örneğin Miyazaki'nin Komşum Totoro isimli animesinde görmek mümkün. Gene daha yakın tarihli Wood Job! isimli komedi filmi de Japonya'nın kırsal kesiminden sunduğu manzaralar ve şinto inancına dair verdiği ipuçları ile önerebileceğim filmlerden.

Dönüp gelip aynayı kendimize çevirdiğimizde ise gördüklerimiz hiç iç açıcı değil. Bir şekilde itiraf etmesek de en okumuşumuzun (neyi nasıl okumuşsa artık) doğa sevgisi/saygısı ile sıradan bir Japon'un ki arasında çok fark var. Sadece birkaç örnek vermek gerekirse: piknik yaptığı parkta, ormanda, dere kenarında veya denize girdiği sahilde her türlü çöpünü bırakanlar bizde; manzaramı kapıyor veya aman çok poleni vs. oluyor diye koca koca ağaçları keyfekeder kesenler/kestirenler bizde; altında maden, üstünde rant var diye ormanları talan edenler bizde; yaş iken eğilecek çocuklarının kopardıkları çiçeklere, kırdıkları dallara, doğaya verdikleri her türlü zarara kızacaklarına gülüp geçen anneler babalar ne yazık ki gene bizde.

Aslında Japonlar ve bizim aramızda doğa saygısı ve doğayla uyum içinde yaşama konularında bir karşılaştırma yapmak için çok da detaya girmeye gerek yok. Bunun için şöyle birşey yapmak yeterli. Önce internette Trabzon Uzungöl'ün bir fotoğrafını aratıyoruz. Sonrasında ise Tokyo'ya yakın Beş Göller bölgesinden Fuji Dağı manzarası ile meşhur Kawaguchiko Gölü'nün fotoğrafına bakıyoruz. Hadi kolaylık olsun diye o fotoğrafı ben vereyim. Aradaki farkları bulabildiniz değil mi? Uyanık Japonlar nasılsa rant var, millet geliyor diye dikmişler otelleri!

Fuji Dağı manzarası ile Fuji Kawaguchiko Gölü
Bu yazılanlar aslında biraz okuyup, çizenin, biraz internette doğru içereklere ulaşanların bileceği şeyler. Yazıyı yazmama vesile olan ise, yakın tarihli Dipsiz Göl vakası. 12000 senelik olduğu söylenen Gümüşhane'deki Dipsiz Göl'ün altında define olduğu düşünülerek kurutulması ve sonrasında yaşanan trajikomik olaylar silsilesi malumunuz. Şimdi medyamız için soru işareti gölün eski haline dönüp dönemeyeceği. Bu durum biraz önce yıkılıp sonradan onarılarak eski haline getirilmeye çalışılan tarihi yapılara benziyor. Evet eskisine benzer hale getirmek mümkün ama sadece yüzeysel olarak.

Japonya'ya son gittiğimde batı tarafında Fukui isimli bir şehirde konferansa katıldım. Japonya'daki hocam da konferanstaydı. Konferans sırasında sohbet ederken evvelsi gün bir boşluğu fırsat bilip yakınlardaki bir gölü görmeye gittiğinden bahsetti. Hocamın görmeye gittiği Suigetsu Gölü yaklaşık 70000 senelik bir gölmüş. Özelliği ise aynı Dipsiz Göl gibi hiçbir akarsu veya su kaynağı ile doğrudan bir bağlantısı olmaması. Bu nedenle gölün dibinde senelerce biriken tabakalar bozulmadan kalmış. İşin enteresan kısmı ise bahar ile yaz aylarında ve sonbahar ile kış aylarında dipte biriken tabakaların planktonlar ve diğer etkiler sebebiyle farklı renklerde olması. Sonucunda üstüste iki farklı renkteki tabaka bir seneye tekabül ediyor. Japon bilim adamları işte bu şekilde 70000 sene öncesine kadar tabakaları sayabiliyor! Peki bu ne işe mi yarıyor? Katmandalardan saptadıkları seneyi gene aynı katmanda buldukları yapraklar için yaptıkları radyokarbon testi sonuçları ile eşleştirip, normalde çok doğru sonuçlar vermeyebilen radyokarbon testinin doğruluğunu arttırıyorlar. Ardından bu eşleştirilmiş sonuçlar tüm dünyadaki arkeologlar, jeologlar vs tarafından kullanılıyor. Gölün kenarına da tüm bunları anlattıkları ve katmanları sergiledikleri bir müze yapmışlar [2].

Dipsiz Göl için de benzer durum söz konusu olabilirdi diye demiyorum bunu. Sonuçta Suigetsu Gölü için çok özel bir durum söz konusu. Ama ya Dipsiz Göl de aynı şartları taşıyor idiyse. Belki de gölün altında yatan hazine buydu. Sonuçta insanımın elimizdeki esas hazinenin medeniyetlerin beşiği olmuş bu coğrafya olduğunu anlamadığı sürece, daha nice göller boşalır dolar. Dilerim ki bir gün esas kafaları doldurabiliriz. Belki o zaman Yunus'un demek istediği anlaşılır:

Emeksiz zengin olanın
Kitapsız bilgin olanın
Sermayesi din olanın

Rehberi şeytan olmuştur.

Bize göre hazine... Kazdağları Milli Parkı'ndan...

1) Wikipedia girdisi: List of countries by forest area.
2) Fukui Eyaleti, Yıllık Jeolojik Çökelti (Varve) Müzesi, http://varve-museum.pref.fukui.lg.jp/en/varve/index

14 Eylül 2019 Cumartesi

Ben Bir Ceviz Ağacıyım Hiroshima'da

Japonya'da, Tokyo'dan uzakta gittiğim ilk yer 2011 yılında Hiroshima oldu. Şu zamana kadar birçok yer gördüm Japonya'da ama şüphesiz insanda en derin iz bırakanlarından biriydi Hiroshima. Hatta o zaman hatırlıyorum, benimle aynı laboratuvarda bulunan arkadaşlarımın garibine gitmişti, neden Kyoto değil de Hiroshima diye, gitmek için ilk tercih ettiğim yer.

Şehirde kaldığım yer Barış Parkı'nın birkaç sokak ötesindeydi. Akşamüstüne doğruydu şehri gezmeye başladığımda. Şöhretini insanoğlunun yaşadığı en talihsiz olaylardan birine borçlu olan Genbaku Dome'u, yani Atom Bombası Kubbesi'ni Barış Anıtı'nın arasından ilk o zaman gördüm. Bombanın üzerinde patladığı bina, patlamadan sonra ayakta kalan birkaç yapıdan biri. Umarım tarihin hiç çıkaramadığımız dersini, bir umut da olsa, bize anlatmak için ayakta kalmaya da devam eder.

Atom Bombası Çocukları Heykeli, Hiroshima
Barış Parkı aslında içinde birçok başka anıtın da yer aldığı büyük bir alan. Bu heykellerden birini o zaman özellikle fotoğraflamıştım. Etrafı origami turnacıklar ile donatılmış bu heykel başta Sadako Sasaki olmak üzere bomba patladığı esnada ve sonrasında hayatını kaybeden tüm çocuklara adanmış. Çocukların Barış Anıtı veya Japonca adıyla Atom Bombası Çocukları Heykeli. Sadako Sasaki'nin hikayesini bilenler vardır. Belki başka bir yazımızın da ayrıca konusu olabilir. Bu yazının hikayesi ise, bu heykel ile ilişkisinden o zaman hiçbir şekilde haberdar olmadığım bir dev şairimiz ve coğrafya olarak uzak ama kalben yakın olduğu atom bombası çocukları için yazdıklarıyla ilgili.

Ben bu yazıya aslında epey zaman evvel başlamıştım. Devam etmeme vesile ise, elime ilk defa geçen eşimin Japonca kitaplarından biri oldu. Kitabın adı Türkçesiyle "Ben Küçükken", yazarı ise Arata Osada [1]. İlk baskısı 1967'de yapılan bu kitapta ilgimi çeken ise ilk sayfasında, şairinin ismi katakana yani yabancı isimlerin yazıldığı Japon alfabesi ile yazılmış bir şiir oldu. Yabancı isimler Japonca'da varolan seslere uyumlu hale getirildiği için ilk bakışta çözmek zor olabiliyor (örneğin benim ismim Japonca'da Eruşin oluyor). Ben işte bu ismi çözdüğümde büyük bir süprizle karşılaştım. Çünkü bahsi geçen şair Nazım Hikmet, şiir ise "Kız Çocuğu" şiirinden başkası değildi [2]. Kitabın içeriği de bombalanmayı bizzat yaşamış olan Hiroshimalı çocukların yazdıklarından oluşuyor.

Nazım Hihmet'in kendi sesinden Kız Çocuğu Şiiri

Nazım Hikmet bu şiiri 1956 yılında yazar, yani Hiroshima'ya atom bombası atılmasından 11 yıl sonra. Kendisinin olay ya da daha genel manada atom bombası ile ilgili yazdığı tek şiir de değildir. "Bir Kız Vardı Japonya'da", "Bulutlar Adam Öldürmesin", Radyoaktiviteli Yağmurlar Üstüne" ve "Japon Balıkçısı" şiirleri de gene atom bombası ile ilgilidir. Fakat şüphesiz Kız Çocuğu bunlar arasında en bilinenidir diyebiliriz. Bu bilinirlikte şiirin farklı dillerde defalarca kez bestelenmiş olmasının da payı büyük.

Türkçe'de en bilinen bestelerden biri sanırım Zülfü Livaneli'ye ait. Şarkının ilk olarak seslendirilmesi  Nazım Türküsü adlı 1978 tarihli albümde (Zülfü Livaneli bestesi için buyrun). Bu besteyi daha sonra çeşitli etkinliklerde veya anma albümlerinde farklı sanatçılar da seslendiriyor (örneğin ünlü Amerikan folk müziği sanatçısı Joan Baez). Türkçe daha az bilinen bir beste ise 1980 tarihli Hasret isimli albümünde yer alan Cem Karaca bestesi (Cem Karaca bestesi için buyrun). Benim en etkileyici bulduğum çalışma ise daha yakın tarihli ve Nazım Oratoryosu'nun bir parçası olarak Fazıl Say'a ait. Gökçe Çatakoğlu'nun seslendirdiği bu beste, şiirin acısını dinleyiciye en derinden hissettiriyor. 


 
Fazıl Say & Gökçe Çatakoğlu, Kız Çocuğu

Nazım'ın yazdığı şiir aslında bizden önce yurtdışında duyuluyor. Tabi ki ilk duyulan ülkelerden biri Japonya. 1957 yılında şiir Kırmızı Ceketli'nin Anıları isimli albümünde (想い出の赤いヤッケ) halk müziği sanatçısı Tomiya Takeishi tarafından seslendiriliyor (Tomiya Takeishi'nin seslendirdiği şarkı için buyrun). Dikkat ederseniz şiirin tarihinden hemen bir sene sonra. Beste Yuzo Toyama'ya, şiirin çevirisi ise (Rusça'dan Japonca'ya) Nobuyuki Nakamoto'ya ait. Çeviriyi yapan Nobuyuki Nakamoto'nun Nazım'a hayranlığı o derece büyük ki, Moskova'ya gidip kendisi ile tanışıyor ve sonrasında da şiirlerini anlayabilmek için Türkçe öğreniyor. Şu anda da gördüğüm kadarıyla Japonca tek Nazım kitabı kendisinin çevirdiği şiirlerden oluşuyor [3]. Daha yakın tarihte, Ryuichi Sakamoto'nun yapımcılığını üstlendiği ve piyano ile eşlik ettiği şarkı, Chitose Hajime'nin yeni yorumuyla Japon devlet televizyonu NHK'nin canlı yayınladığı bir programda Hiroshima'da, Barış Parkı'nda seslendirilmiş [4] (bu yorum için buyrun).

Ganbaku Dome (Atom Bombası Kubbesi)
Şiirin çevrildiği ve bestelendiği tek dil tabi ki Japonca değil. Ünlü Amerikan folk müziği şarkıcısı Pete Seeger (kendisini daha bildindik bir şarkısı - Where have all the flowers gone? - ile tanıyor olabilirsiniz) çevirisi Jeanette Turner'e ait olan şiirle The Great Silkie isimli İskoç balatına ait melodiyi birleştirerek 1964'te şarkıyı ilk defa seslendiriyor (Pete Seeger'ın seslendirdiği şarkı) [5]. Sonrasında aynı şarkıya The Byrds, 1966 tarihli Fifth Dimension (The Byrds versiyonu) ve This Mortal Coil ise 1991 tarihli Blood albümlerinde yer veriyor (This Mortal Coil versiyonu). Şarkının bunlar haricindeki farklı İngilizce yorumları da mevcut.

Nazım'ın Hiroshima ve bomba sonrası ölen 7 yaşında bir kız çocuğu hakkında yazdığı bu şiir için nerden ilham aldığı bilinmiyor. İnternetteki çeşitli sitelerde, Nazım'ın Hiroshima Panelleri isimli çalışması ile bilinen ressam Toshi Maruki'nin bir çiziminden etkilendiği yönünde iddialar var. Fakat bu konuda tutarlı bir kaynak yok. Bilinen şu ki Nazım şiiri kaleme aldığı zamanlarda ve sonrasında Dünya Barışı ile oldukça alakadar ve Sovyet heyeti ile Stockholm'de katıldığı toplantılardan birinde Japon heyetinin gösterdiği atom bombası ve sonrasında yaşananlar ile ilgili bir filmden oldukça etkileniyor [6]. Şiiri yazmasının doğrudan sebebi bu mudur bilemeyiz ama şairin konuyla alakası aşikar.

Nazım'ın yaşananlardan etkilendiği gibi, Nazım'ın yazdıklarından, dolayısıyla hissettiklerinden de Japonlar etkileniyor. Bu noktadan sonra satırları Aziz Nesin'e bırakıyorum [7]

==================================================================

Japon çocukları, kendilerini düşünmüş ve kendileri için şiirler yazmış olan Nâzım Hikmet’in ölüm haberini duyunca çok üzüldüler. Tıpkı, bugün Nâzım’ın mezarına çiçek koyanlar gibi, mezarındaki kutuya mektup ve yazı bırakanlar gibi, Japon çocukları da, ölümünden yirmi gün sonra Nâzım Hikmet’e bir mektup gönderdiler. Niçin ölümünden yirmi gün sonra da, hemen ölümünün arkasından değil? Çünkü Japon çocukları, mektuplarıyla birlikte Nâzım Hikmet’e bir de armağan göndermek ve bu armağanı da kendi elleriyle yapmak istiyorlardı. Bu armağan kalınca renkli kâğıtlardan yapılmış bin tane turnaydı. Japon çocukları renkli kâğıttan bu bin turnayı ancak on-onbeş günde yapabilmiş, ölüm haberini alınca acıyla ağladıkları Nâzım Hikmet’e yollamışlardı. Mektuplarını ve armağanlarını o sırada Japonya’da bulunan İnturist’in bir görevlisiyle göndermişlerdi.

Origami Turnacıklar
Vera Hikmet’e, Sovyet Yazarlar Birliği Yabancı İlişkiler Komisyonu’ndan gelen 8 Ekim 1963 tarihli mektup şöyleydi:

“Nâzım Hikmet’in ailesine verilmek üzere Japon çocuklarının Bin Turnacik Derneği’nden aldığımız armağanı gönderiyoruz. Bu hediyeyi İnturist’in Yönetim Kurulu Başkan yardımcılarından Boyçenko Japonya’dayken almıştır.”

23 Haziran tarihini taşıyan Japon çocuklarının Bin Turnacik Derneği’nin Japonca mektubunun çevirisi şöyledir:

“Nâzım Hikmet,

Artık sürekli bir rüyaya girdiniz ve artık bir daha kalemi elinize alamayacaksınız. Ve insanlara başka çağrılar gönderemeyeceksiniz. Daldığınız bu sonsuz rüya içindeyken de, biz Hiroşimalı genç kızların sizin şiirlerinizden ne büyük bir coşku duyduğumuzu öğrenmek isteyeceğinizi sanıyoruz. Barış Parkı’nda “Ölen Kadının Çocuğu” heykeli dikiliyor. Bu heykelin adı “Patlayan Atom Bombası Çocukları.” İşte bu heykelin yapılması, hazırlanması sırasında patlayan atom bombasının, yani Hiroşima’nın çocukları sizin şiirlerinizden esinlendiler. Atom bombasından hiçbir zarar görmediğiniz halde insanların yüreklerini parçalayan o şiirleri nasıl yazabildiniz! Evet, sizin yüreğinizde de, bizim yüreklerimizi parçalayan aynı duygular vardı. Çünkü siz de bizim gibi, atom ve hidrojen silahlarına karşı duyduğumuz kini duyuyordunuz. O kin ki, hiroşima ve Nagazaki insanlarını hâlâ uyutmuyor. Ve çünkü siz barış istiyordunuz. Bugün, o patlamanın onsekizinci yılında radyoaktivite etkisiyle, suçsuz insanların ölümü hâlâ sürüyor, “Ölmek istemiyoruz!” diye haykıran insanlar hâlâ ölüyorlar. Bunlar bir daha olmasın diye biz barış savaşını sürdürüyoruz. Sesimiz çıktıkça bağıracağız. Nâzım Hikmet’in düşünceleri ve çabaları boşa gitmesin diye, çağrımızı ve eylemimizi sürdüreceğiz. Hiroşima’nın, Nagazaki’nin, Yansu’nun kurbanlarının acıları unutulmasın diye çağırıyoruz, bağırıyoruz ve her türlü eylem ve davranışta bulunuyoruz.

Hiroşimalı çocuklar size saygıyla, sevgiyle ve teşekkürle bin turna gönderiyorlar. Bu bin turna, sizin büyük coşkuyla istediğiniz barışın simgesidir. Nâzım Hikmet, bu armağanımızı lütfen kabul edin. Bu armağanı size, akrabalarınıza ve arkadaşlarınıza yolluyoruz.”

23.6.1963

Japon çocuklarının da söylediği gibi, atom bombasının acısını duymadığı, oğlu atom bombasıyla ölmediği, kendisi yaralanıp zehirlenmediği halde, oğlu atomdan ölmüşcesine, kendisi yaralanıp ölüm yoluna düşmüşcesine, hiç tanıyıp bilmediği insanların acılarını yüreğinin en derininde duyarak onların acısını, şarkısını, çağrısını şiirlerinde dile getirmek…

Nâzım bunu yapmış olduğu için ölümünden sonra da yaşıyor, ölümünden sonra Japon çocuklarından mektup, armağan alıyor, mezarına çiçekler konuyor… Daha çok yaşayacak Nâzım… Hey koca Nâzım, sen çok yaşa!

==================================================================
Hiroshima'da erik çiçekleri
Hikayede bahsi geçen turnaları Nazım'ın eşi Vera bir ziyaretinde Aziz Nesin'e verir. Aziz Nesin de hikayeye yer verdiği kitabın basıldığı tarihlerde "turnalar şimdi benim evimde" diye bahseder. Ne yazık ki sonrasında turnalara ne olduğunu bilmiyoruz [8].

Kilometrelerce mesafeye yayılan kalpten kalbe bir hikaye bu anlattığım. Çıkarılacak ders aslında çok açık. Ben yaşananları daha iyi anlamak için, fırsatı  olanların, Hiroshima'ya gidip  Barış Parkı içerisinde, özellikle de müzeyi ziyaret ettikten sonra, birkaç saat sessizlikle zaman geçirmelerini tavsiye ediyorum. Atom Bombası Çocukları Heykeli'ni ve turnacıkları gördüğünüzde Nazım'ı ve bu hikayeyi hatırlayın. Belki günün birinde dost Japon halkıyla beraber parkın veya şehrin bir köşesine Nazım anısına bir ceviz ağacı dikeriz, Nazım'ın arasına saklandığı o dallarına küçük turnacıkların konabileceği...


Kaynakça

1) 長田 新 (Osada Arata), "わたしがちいさかったときに (Ben Küçükken)" Tokyo, 2007

2) Şiirin Japonca ismi "死んだ女の子" yani Ölü Kızçocuğu.

3) 中本信幸, ヒクメット詩集, 2002

4) 藤井宏行, "死んだ女の子", http://www7b.biglobe.ne.jp/~lyricssongs/TEXT/S920.htm

5) Pete Seeger, "Where Have All the Flowers Gone: A Singer's Stories, Songs, Seeds, Robberies (A Musical Autobiography", 1993. (ayrıca Tom Clark, "Nâzım Hikmet Ran: I Come and Stand At Every Door", http://tomclarkblog.blogspot.com/2015/08/nazm-hikmet-ran-i-come-and-stand-at.html

6) Mehmet Perinçek, "Nazım Hikmet'in Stockholm Ziyaretleri," Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Aralık 2018 22(4): 2541-2574

7) Aziz Nesin, Türkiye Şarkısı Nazım, Nesin Yayınevi.

8) Yusuf Nazım, "Nazım'ın Turnacıkları", 2017, https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/nazimin-turnaciklari,17399

25 Ağustos 2019 Pazar

Asakusadan Memlekete Kaplumbağaların Peşinde

Gelin size Sunay Akın hikayelerine benzer bir hikaye anlatayım...

Tokyo'da Asakusa, İstanbul'da Sultanahmet neyse odur. Bölgenin merkezinde bizim Sultanahmet Camii gibi gene dini bir yapı vardır, Senso-ji tapınağı. Tokyo'ya gelen turistler için gerek tapınağı gerekse civardaki hediyelik eşya dükkanları ile gezilecek görülecek yerler arasında olmazsa olmazlardandır. Yanlış hatırlamıyorsam benim de Tokyo'da ilk gittiğim yerdi.


Senso-ji Tapınağı, Tokyo
Senso-ji (浅草寺) aslında Tokyo'daki en eski tapınak. Fakat II. Dünya Savaşı sırasında şehre yağan bombalar ile yıkılmış ve sonrasında yeniden inşa edilmiş. Söylentiye göre iki kardeş Sumida Nehri'nde Budist inanışa göre bir tür yarı tanrı olan (aslında ermiş kişiler de diyebiliriz) ve Japonca Kannon diye isimlendirilen bir boddhisattvanın heykelini bulurlar. Köyün şefi heykelin ruhani gücünün farkına varır ve evini tapınağa çevirip heykeli buraya yerleştirir. Tapınağın 628 tarihli ilk kuruluş hikayesi bu şekilde [1].

1863-64 yıllarında Aime Humbert isimli İsviçreli bir diplomat Japonya'ya seyahat eder. Dönüşünde bu oldukça farklı ülkede gördüklerini kaleme alır ve anlattıkları dönemin ünlü mecmualarından "Le Tour du Monde"de 1869 tarihinde basılır [2]. Anlattıkları arasında Asakusa'da denk geldiği bir festival de vardır. Festivalden aktardıklarından biri de Koreli bir kaplumbağa terbiyecisi ve kaplumbağalarıdır:

"Soğukkanlı bir sabır Koreli akrobatların karakteristik özelliğidir. Örneğin bir düzine irili ufaklı kaplumbağayı eğitmek büyük sabır ister...Kaplumbağa terbiyecisi şarkıdan ve madeni bir davulun ritminden başka hiç birşey kullanmaz. Öğrencileri tek bir sıra oluşturur, çeşitli hareketler sergiler ve sonunda insan müdahalesi olmaksızın büyüklerin köprü oluşturup küçüklere yardım etmesi sonrasında bir kahve masasının üstüne çıkarlar. Masa üstünde üçlü dörtlü gruplar oluştururlar, sanki kabuktan tabaklar masa üstüne yığılmış gibi." 

L. Crepon tarafından "Le Tour du Monde" için çizilmiş gravür.

İbrahim Edhem Paşa Osmanlı Devleti'ne hariciye nazırı ve sadrazamlık başta olmak üzere birçok kademede hizmet etmiş bir devlet adamıdır. Aslen Sakızlı bir Rum olan Edhem Paşa, Hüsrev Paşa tarafından himaye altına alınıp ve yetiştirilir. Henüz çocuk yaşta iken Osmanlı'nın modernleşmek adına attığı adımların bir parçası olarak eğitim almak için Paris'e gönderilir. Bu sebeptendir ki Fransızcayı ana dili gibi konuşabilmektedir [3].  Üzerindeki Fransız etkisi o denlidir ki ileride oğlunu da eğitim alması için gene Paris'teki aynı okula gönderir. 



Edhem Paşa'nın dergiyi nerde ne şekilde edindiğini bilmiyoruz ama bildiğimiz Le Tour du Monde'nin 1869 tarihli bahsi geçen sayısını alıp o zamanlar Bağdat'ta olan oğluna gönderdiği. Bu dönemde dergi Osmanlı elitleri tarafından takip edilmekte, oldukça ilgi görmekteymiş. Şimdi gelelim, işin bizi ilgilendiren kısmına. İbrahim Edhem Paşa'nın oğlu ünlü ressam, müzeci ve arkeolog Osman Hamdi Bey'in ta kendisidir. 

Sanırım hikayenin sonuna yaklaşıyoruz. Bilenler bilir Osman Hamdi Bey'in "Kaplumbağa Terbiyecisi" isimli tablosu 2004 yılında o zaman için Türk resim sanatında bir esere verilen en yüksek tutar ile (günümüz parası ile 5 milyon TL) Pera Müzesi tarafından satın alındı. Aslında bu satın alınan resmin 1906 tarihli versiyonuydu ki 1907 tarihli bir başka versiyonu da mevcut. 1906 tarihli bu tablo hala İstanbul Pera Müzesi'nde sergilenmekte. 1907 tarihli ikinci versiyon ise Sabancı Müzesi koleksiyonunda.



Kaplumbağa Terbiyecisi, 1906.

Bursa Yeşil Camii'nin üst katındaki yer yer çinileri dökülmüş bir odada yüzü pencereye, sırtı ise izleyiciye dönük bir adam resmedilir tabloda. Çoğu kaynağa göre Osman Hamdi birçok resminde olduğu üzere model olarak kendisini seçmiştir. Başında etrafına yemeni sarılmış bir arakiye vardır. Elinde, arka tarafında bir ney tutmaktadır. Sırtındaki asılı duran şey ise kimilerine göre nakkare kimilerine göre ise eskiden dervişler ve dilenciler tarafından da kullanılan keşkülüfukaradır (dilenci çanağı). Nakkareye asılı olarak ise ön tarafında mızrap sarkmaktadır. Ayaklarının dibinde, yerdeki yaprakları yemekte olan kaplumbağalar vardır [4].  

Tablonun ilham kaynağı hakkında birçok varsayım mevcut. Bir varsayım, Osman Hamdi'nin geri kalmış Osmanlı toplumunu eleştirerek, kendisini kaplumbağa terbiyecisi şeklinde tasvir ettiği yönünde [4]. Resimde kaplumbağalar ise geri kalmış toplumu simgelemektedir. Hatta terbiyecinin bu işi ney çalarak yapması, Osman Hamdi'nin kendisi gibi, toplumu terbiye etmeyi sanat vasıtasıyla yapmaya çalışmasını, neyi artık çalmayıp da arkasında tutması ise, bir nevi sükut-u hayali ve terbiyecinin artık bu işten vazgeçtiğini gösterir.  Bir diğer varsayım ise, daha somut bir yaklaşım üzerinden ilerler. Bu varsayımda, terbiyeci gene zamanında Sanay-i Nefise, Asar-ı Atika Müzesi gibi birçok kurumu kurmakla görevlendirilmiş Osman Hamdi Bey'in kendisi olmakla beraber, kaplumbağalar da bir türlü kendisine ayak uyduramayan mesai arkadaşlarını simgelemektedir. Bu varsayımlar o kadar derine iniyor ki, resimdeki her bir parçayı tek tek yorumlayarak ilişkilendirmeye çalışıyorlar.  Örneğin neyin ve kaplumbağaları eğitmenin sabırla ilişkisinden sözedenler veya terbiyecinin sırtında yer alan nakkarenin bir kaplumbağa kabuğu gibi yerleştirilmiş olması sebebiyle Osman Hamdi'nin kendini kaplumbağalardan biri, yani eğitmeye çalıştığı toplumun bir parçası gibi gördüğünü anlatanlar var [5].



Osman Hamdi'nin ailesinden biri olan Prof. Edhem Eldem ise tabloyu açıklamaya çok daha basit yaklaşmaktadır ve bizim hikayemizin de aktarmaya çalıştığını anlatır: Osman Hamdi Bey,  babasının kendisine gönderdiği Le Tour du Monde'deki gravürü, yani Asakusa'da kaplumbağaları ile gösteri yapan Koreli terbiyeciyi görür ve kendince o günün Osmanlısına yorumlayarak, resmeder [6]. 


Tablonun 1906 ve 1907 tarihli iki farklı versiyonu

Birçok ressam ve eseri için sözkonusu olduğu şekilde Osman Hamdi Bey'in bu tabloyu tam olarak hangi duygu ve düşünceler ile resmettiğini tabi ki bilemeyiz. Ama Japonya'dan Türk resim sanatının en tanınmış, önemli eserlerinden birine uzanan bu olası hikaye oldukça ilgi çekici ve uzakların ne kadar yakın olabileceğine dair etkileyici bir örnek. İşin daha da enteresan kısmını bize Wendy M.K. Shaw, Osmanlı Resim Sanatı'nı incelediği kitabında aktarıyor [7]. Osman Hamdi zamanının Osmanlısı ile Japonyası aslında eskiyle yeni arasındaki bocalamalar ve değişim açısından benzerlikler taşıyor. İmparator Meiji (1868-1912) ile yeni bir döneme giren Japonya, köhneleşmiş sistemleri kaldırarak yerine yeni ve güçlü bir düzen oturtmak yolunda önemli adımlar atarken, Asakusa tapınağı önünde kaplumbağalar ile gösteri yapan adam, aslında Batılılar için eski ve artık değişmekte olan Japonya'nın karikatürize bir yansıması. Batı ile olan mücadelesinde Japonya'yı örnek alan Osmanlı için benzer bir tabloyu düşünmek güç olmasa gerek. Belki de Osman Hamdi gene Le Tour de Monde'de gördüğü gravürden esinlendi ama amacı Japonya'da eski köhne sistemi eleştiren bu çizimi alıp Osmanlı'ya uyarlamak ve bizdeki köhneliği eleştirmekti. Sonuçta zaman değişse de, coğrafyalar farklılaşsa da terbiye edilmesi gereken kaplumbağalar hep olabiliyor. 

Kaynakça

1) Wikipedia Senso-ji Makalesi, https://en.wikipedia.org/wiki/Sens%C5%8D-ji
2) Aime Humbert, "Le Japon" Makalesi  "Le Tour du Monde", Eduard Charton (Ed.), Librairie Hachette, Paris, 1869, sayfa 385-416.
3) Edhem Eldem, Sadrazam İbrahim Edhem, http://www.ambafrance-tr.org/Sadrazam-Ibrahim-Edhem. 
4) Osman Hamdi Bey'in Eserleri,http://www.osmanhamdibey.gov.tr/TR-50974/osman-hamdi-beyin-eserleri.html
5) Fikriyat.com, "Aranızda Kaplumbağa Terbiyecisi gören var mı?",https://www.fikriyat.com/fikriyat-ozel/2018/09/13/aranizda-kaplumbaga-terbiyecisi-goren-var-mi
6) Leibriz.com "Osman Hamdi Bey'in Ölümünün 100. Yıldönümünde Prof.Dr. Edhem Eldem ile Söyleşi", http://lebriz.com/pages/lsd.aspx?articleID=832&lang=TR&sectionID=0&bhcp=1
7) Wendy M.K. Shaw, "Ottoman Painting: Reflections of Western Art from the Ottoman Empire to the Turkish Republic" I.B. Tauris, New York, 2011, syf. 72, 73.