25 Ekim 2018 Perşembe

Geri Dönüşemeyenler

UFO'ların saldırdığı İstanbul © Cihan Engin [1]
Başlığa bakınca bu yazının, başına binbir türlü  felaketlerden biri gelmiş (İngilizce konuşanların post-apokaliptik diye tabir ettiği) bir dünyada geçen ve Tom Cruise gibi karizmatik bir aktörün başrol oynadığı bir film hakkında olduğunu düşünebilirsiniz. Sonuçta, şu noktada nükleer savaş veya UFO saldırısı sonrası, şehirlerin harabeye dönüştüğü, toz bulutlarının havada uçuştuğu, atmosferin artık Dünya'yı koruyamadığı bir resim gözünüzde canlanıyor olabilir. Hadi ben de sanatçı Cihan Engin'in şu yandaki çalışması ile size ve hayal gücünüze biraz daha yardımcı olayım! Gene mi olmadı, ben diyeyim John Connor siz anlayın Ajan Smith!

İşin aslında ise, temel konu hepten farklı olmakla beraber, eğer bu yazının öğütlediğini yapamazsak sonucun az önce hayal ettiklerimizden pek de farklı olmayacağı. Yalnız UFO'lara, nükleer silahlara ya da ne bileyim önüne çıkanı yiyen zombilere (bu noktada Yürüyen Ölüler giriş müziği çalmaya başlar!) ihtiyaç olmaksızın bu sonu bizler hazırlamış olacağız. Sanırım yazı nereye gidiyor, halen kimse anlayamadı. O zaman baştan alalım...

Japonya'da geçirdiğim süre zarfında en çok zorlandığım konulardan biri - ki artık bu süre geride kalıp da eşimle birlikte dönerken bile - çöp atmaktı. Yukarki girişten sonra bazı okuyucularda taşlar yerine oturmuş olabilir ama eminim çöp atmak niye zor olsun diyenler de vardır. Aslında sebep çok basit. Genel kurallar bölgeden bölgeye biraz değişmekle birlikte Japonya'da elinize geçen hemen her türlü çöp atılırken kategorilere ayrılmak zorunda. Temel iki kategori ise geri dönüştürülebilir çöpler ve geri dönüştürülemez çöpler.

Belediyenin İngilizce çöp atma kılavuzundan bir sayfa [2].
Geri dönüştürülemez çöpler (örn. sebze meyve kabukları, yemek artıkları) kendileri hakkında hiçbir şey yapamayacağımız artıklar. Bunlar toplandıktan sonra yakılarak yok edildikleri için genel tabir olarak "yanabilir" çöpler diye adlandırılıyor. Şu noktaya kadar herşey basit. Ben ilk gittiğimde bu "yanabilir" ifadesini dikkate alıp, elime geçen ambalaj kağıtlarını da yanar mı yanmaz mı diye kendi kafamda sorgulamakta ve "yanar bu yanar" diyerek bu çöpler içinde göndermekteydim. Tabi bunun böyle olmadığını kısa sürede öğrendim! Ne demişler zaten bilmemek değil, öğrenmemek ayıpmış...

Şimdi gelelim geri dönüşebilen çöplere. Bu konuda durum çok daha karmaşık. Üst tarafta görülen Sagamihara Belediyesi'nin kılavuzunda en üstteki ilk kategori "yanabilir" çöplere ait. Sonrasında alttaki diğer 5 kategori ise bir şekilde geri dönüşebilen yani öyle kafanıza estiği gibi tutup atamayacağınız çöpler. Ama genel anlamda gündelik hayat içinde başvurulması gereken temel sınıflandırma, kağıtlar, pet şişeler, alüminyum kutular ve plastik paketler şeklinde (Gene belediyenin kılavuzunda üstten 2. ve 3. kategoriler - kalan kategorilere daha gelemedik!). Tüm bunlar kendi içinde ayrı paketlerde toplanıyor ve ayrı günlerde atılabiliyor. Benim yaşadığım Sagamihara'da iş biraz daha kolaydı ve tüm bunları ayrı günlerde çıkarmamıza ve ayrı paketlememize rağmen özel bir çöp poşeti gerekmiyordu. Eşimin de evvelden tecrübe ettiği şekilde Tokyo'da ise özel poşetler satın alıp, kullanmak gerekiyordu.

Japonya'da geri dönüştürülebilen çöpler üzerinde yer alan işaretlerden en sık karşılaşılanları. Soldan sağa: Plastik ambalajlar, kağıtlar (karton kutular dahil), alüminyum kutular ve pet şişeler.
Bu noktada sıkılan okurlar ya da "yahu UFO falan bişeylerle başladık ne ara çöpe geldik" diyen okurlar terk edebilir ama biz yeni başlıyoruz. Elimize geçen ambalajlardır, karton kutulardır bu 4 sınıf içinde ayırdık, atıyoruz dedik. Ama keşke herşey o kadar kolay olsa. Dünyayı kurtarmak ne yazık ki o kadar basit değil. Her millet bizim kadar şanslı doğmuyor ki bir Cüneyt Arkın'ları olsun!

Şimdi örneğin elimizde bir alelade pet su şişesi var. Suyumuzu içtik ve şişeyi atacağız. Kategori aşikar, şişe petlere gidecek. Ama peki o üzerindeki, suyun içindeki minerallerin vs. yazdığı etikete ne demeli? İşte o etiket ve pet şişenin kapağı çıkarılmalı ve plastik ambalajlarla birlikte atılmalı. Aynı şey tabi ki cam şişeler veya kavanozlar için de geçerli. Kavanozların kapağını alüminyumlarla atacağınızı da bi zahmet ben söylemeyeyim!

Biz daha fazla uzatmayalım. Sonuçta bu bir Japonya'da nasıl çöp atılır yazısı değil. Ama gene de bazı akıllarda "peki bu kadar titiz bir şekilde ayırmazsak ve en azından plastik ambalajları yanabilir çöpler ile atsak ne olur ki?" gibi bir soru belirmiş olabilir. Genelde birşey olmuyor, sadece Küremizi biraz daha ısıtmış olmanın vicdani azabı ile başbaşa kalıyoruz. Yalnız çöpleri ayırdık ama doğru şekilde atmadık diyelim. O zaman belediye toplamıyor ve işçiler sizi tüm komşulara rezil edecek şekilde çöpünüzün üstüne not bırakıyor. Aynı şey tabi ki pet şişeleri aleni bir şekilde yanabilir çöplerin arasına sıkıştırdığınızda da başınıza gelebilir. Sonra karşı kapıda yaşayan Japon teyze bana niye gözlerinden kıvılcım çıkarıyormuş gibi bakıyor demeyin!

Çok sıkılanlar için Sagamihara'da sakuralar isimli çalışmam. Yalnız çöplerin geri dönüşmediği bir dünyada böyle bir tablo sadece hayallerimizde yaşayabilir, benden söylemesi.
Çöpleri bu şekilde sınıflandırma ve ayrı ayrı atma bir süre geçip de alıştıktan sonra pek zahmetli bir iş değil. Tabi ki süt, meyve suyu kutusu gibi kartonları açıp kesip ayrı ayrı istifleyip atmak elimize geçeni olduğu gibi çöpe göndermeye nazaran biraz daha fazla zaman ve emek isteyen işler ama gene de yapılabiliyor. Bu tarz bir rutinin tek sıkıcı tarafı sadece haftanın bir günü toplanan belirli çöpleri ( plastik şişeleri sadece cumartesileri atabiliyorsunuz gibi) o gün atmayı unutmak ve bir hafta daha evin içinde onlarla yaşamak oluyor.

Geri dönüştürme ve çöp atma sürecinin esas can sıkan kısmını ise yukarıda görünen belediyenin çöp atma kılavuzunda altta kalan son 3 sıra oluşturuyor. Bunlar 1) karyola, yatak gibi büyük eşyalar; 2) cep telefonu, saç kurutma makinesi gibi elektronik eşyalar ve 3) beyaz eşyalar. Bu eşyaları atmak genelde ya beyaz eşyalar ve büyük eşyalar için olduğu gibi belediyeyi arayıp adam çağırmak ve belirli bir ücret ödemek gerektiriyor ya da cep telefonu benzeri küçük elektronikler için olduğu gibi belirli toplama noktalarına gidip atmayı. Örneğin buzdolabınız bozuldu, tamir ettiremiyorsunuz ve atacaksınız. Bu durumda hem postaneden gidip buzdolabının markasına göre bir pul alıp ödeme yapıyorsunuz hem de belediyeden adam çağırıyorsunuz ki dolaptan kurtulabilesiniz. Ödenen miktar da öyle cüzi bir para değil. Bizim durumumuzda bu toplamda şu anki kurla 300TL'ye yakın bir miktardı sadece bozdolabı için.

        Plastikler cumartesi miydi, metaller ne zamandı derken eviniz bu hale gelebiliyor!          Kaynak: https://ja.wikipedia.org/wiki/ごみ屋敷



Bir çöp atmak için binbir türlü hallere giriliyormuş, bu da ne böyle ben olsam sokağa atar kaçardım diye düşünebilirsiniz. Alemdeki tek uyanık da siz değilsiniz tabi ki! Japonlar da bunu bir şekilde düşünebilir. Ama sonuçta birçok toplumsal dinamiğe de bağlı olarak kimse bunu yapmıyor (ya da çok az kişi yapıyor diyelim). İşin ilginç tarafı, özellikle Tokyo gibi büyükşehirlerde sokakta nerdeyse hiç çöp kutusu olmamasına rağmen [3], insanların yerlere ufak çöpleri de atmaması. Su içtiniz, şişesi elinizde mi kaldı, paşa paşa koyuyorsunuz çantanıza, evinize gelince çöpe atıveriyorsunuz.

Sonuçta yakın zamanda Dünya Kupası esnasında görmüş olabileceğiniz "Japonlar ayrılmadan önce stadı temizledi" tarzı haberler tamamen gerçeği yansıtıyor. Ben onca zaman içinde dağlarından, ormanlarına, parklarından deniz kenarlarına Japonya'nın birçok yerini dolaştım. Hiç çöp görmedim değil tabi ki ama hiç bir zaman ormana atılmış eşyalar ile karşılaşmadım. Ya da ne bileyim piknikçilerin giderken tüm artıkları ağaç altına bırakıp gittiğine tanık olmadım. Yalnız bu sadece küçükten böyle öğretiliyor gibi basit bir olay değil. Bizim mahalle baskısı diye tabir ettiğimiz gerçekleri de göz önüne almak gerek.  

Peki Japon dostlarımız bunu nasıl başarıyor? Veya bahsi geçen toplumdaki dinamikler ne ola ki bu geri dönüşüm sistemi bu denli kusursuz işliyor? Geri dönüştürülen çöplere ne oluyor? Yanlış yapılan hiçbir şey yok mu? Bizler millet olarak aynısını yapabilir miyiz? Birebir aynısını uygulayamasak bile neler yapabiliriz? İşte tüm bunların cevabı da filmimizin pardon yazımızın bir daha ki bölümlerinde. Sonuçta Peter Jackson, bir tek Hobbit kitabından 3 film çıkarmayı başardı. Ben niye bu denli derin bir konuyu tek yazıda anlatıp bitireyim ki! O zaman bir sonraki yazıya kadar size çöpsüz günler... Apti'nin aşağıdaki şarkının konuyla alakasını bilen herkese selamı var! 

 


Kaynakça ve Dipnot

1) Sanatçı Cihan Engin'in bu gibi diğer çalışmalarına ulaşmak için https://www.behance.net/cihanengin
2) Sagamihara Belediyesi'nin bu çöp atma kılavuzunun tamamı 32 sayfa! Meraklılar şu internet adresinden indirip göz gezdirebilir: http://www.city.sagamihara.kanagawa.jp/_res/projects/default_project/_page_/001/008/347/english.pdf
3) Merak edenler için Japonya'da sokaklarda çok az çöp kutusu olmasının sebebi birkaç başka neden de olmakla birlikte 1995 yılında Tokyo metrosunda gerçekleştirilen terör saldırısı olarak gösteriliyor. Benzer saldırıları önlemek adına önce istasyonlardaki sonra da sokaklardaki çöp kutuları birkaç hafta içinde kaldırılmış. Daha fazla bilgi için: http://jpninfo.com/54373

20 Ekim 2018 Cumartesi

Ağlayan Duvarlar Şehrinde

"İyi insanların hiçbir şey yapmaması, kötülüğün zaferi için yeterlidir" der bir söz. Kennedy tarafından konuşmalarında sıkça kullanılan bu söz İrlandalı politikacı, hatip Edmund Burke'ye atfedilmekte ama yazılı bir kaynağı yok. Kısa bir araştırma yapıldığında görülebiliyor ki aslında tam anlamıyla kimin söylediğinin bilinememesindeki neden, Platon'dan başlayarak asırlar boyunca birçok kişi tarafından benzer şeyin dile getirilmiş olması.

Düşününce bu durum aslında sık sık aynı şeyi tembihleyen ebeveynler gibi. Biz ya bu sözün bize anlatmak istediği gerçeği unutuyoruz, ya da unutmasak bile kafamıza kazıma ihtiyacımız var. Olgunlaşmış, birbiri ile savaşmayı kesmiş, daha yüce erekler peşinde koşan Dünya dışı bir medeniyet hayal etsenize! Onlarla karşılaştırıldığımızda hakikaten kulağı çekilmesi gereken çocuklardan farkımız yok insanlık olarak.

Geçen günlerde eşimle birlikte kısa bir gezi için Bosna Hersek'teydik. Araba/tren camından gördüklerimizi saymazsak Saraybosna ve Mostar seyahatimizin başlıca durakları idi. Gitmeden önceki beklentimizle gittikten sonraki izlenimlerimiz aslında örtüşüyor. Bundan yola çıkarak, bilgiye biraz aç çoğu insanın üç aşağı beş yukarı da olsa ülke hakkında fikir sahibi olduğunu düşünüyorum. Bu durumda yazının amacı ne diye soracak olursanız, biraz hatırlatmak, biraz da unutturmamak...

Sarı Tabya'da Saraybosna Manzarası
Saraybosna tamamiyle bizden bir şehir. 1461'de Osmanlılar tarafından kurulduğu bilinen şehir 400 yılı aşkın süre imparatorluğun bir parçası olarak kalmış. Günümüzde Türkiye Cumhuriyeti'nin birçok eserin onarımı için verdiği destek ve Türk insanı için Balkanlar'da gezmek adına en önemli güzergahlarından biri olması nedeniyle birçok yerde karşılaşılan Türkçe gibi gerçekler de birleşince şehirde pek yabancılık çekmiyorsunuz.Yalnız gezdiğimiz yerlerde eserlerin bilgilendirmesinde yazsa da, genel olarak şehrin Osmanlılar zamanı tarihine pek değinilmemesini biraz yadsıdık. Belediye binası içindeki ufak müze de dahil olmak üzere pek çok yerde hep 1878'den sonrası anlatılıyor.

Savaştan kalma izleri ile bir bina
Şüphesiz Bosna Savaşı şehrin tarihindeki en yıkıcı dönüm noktalarından biri olmuş. Bize şehirde hep bir hüzün hakim gibi geldi. Belki yolculuğumuzun başlangıç noktasının güneşli Ege sahilleri olması ve Saraybosna'nın epey soğuk olması bu hisse katkı yaptı ama en önemli neden bir şekilde hissedilen savaş. Mesela, civardaki mezarların yanından geçerken 92-95 arası ölenlerin çoğunluğu göze çarpıyor. Şehrin içinde dolaşırken ise, özellikle de Avusturya-Macaristan İmparatorluğu döneminden kalmış binalardaki izler - ki bunlara açık bir şekilde gözüken kurşun izleri de dahil - savaşı insana tüm soğukluğu ile hatırlatıyor. Beni üzen noktalardan biri ise savaşı hatırlatan, kurşunlardan yapılma anahtarlıklar gibi, bazı nesnelerin hediyelik eşya olarak satılması oldu. Sanırım, hatırlatmak, unutturmamak ile işin suyunu çıkarıp, prim yaparak para kazanmak arasındaki o çizgiyi kaçırmamak gerek.

Savaş zamanı ben 8-10 yaşlarında olduğum için bazı şeyleri çok net hatırlamıyorum. Yıkım görüntüleri, NATO'nun müdahalesi ve sonrasında gelen barış süreci az çok aklımda kalan şeyler. Günümüzde Bosna Savaşı ile özdeşleşen Srebrenitsa ismini ise itiraf etmem gerekir ki bundan 5-10 sene öncesinde kadar pek duymamıştım. Aslında, yahu bu Srebrenitsa'da tam olarak ne olmuş diye açıp bakmama neden olan sanırım Haluk Levent'in aynı isimli şarkısı. 

Haluk Levent / Srebrenitsa

Srebrenitsa'da olanları detaylı olarak yazmayacağım [1]. Ama kısaca Srebrenitsa bugün Sırbistan sınırına yakın ufak bir kasaba. Savaş sırasında, 93 yılında Birleşmiş Milletler burayı güvenli alan ilan ediyor. Sonucunda savaştan kaçan birçok Bosnalı müslüman buraya sığınıyor. 11 Temmuz 1995'te ise burada görevli BM askerleri kendilerine sığınan Bosnalıları, Sırp milislerine teslim ediyor. Sonrasında olanlar ise tam bir katliam. Sırp milisler 8000'den fazla Bosnalı'yı öldürüyorlar. Kayıplar, tecavüze uğrayanlar, zihnen veya bedenen sakat kalanlar ise işin hiç bir zaman basitçe sayılamayan kısmı. Savaş sırasında ve sonrasında Bosna Hersek cumhurbaşkanı olan Aliya İzzetbegoviç Srebrenitsa'da yaşanan durumu "o gün insanlar orda olmak yerine Allah'ın Kitap'ında anlatılan cehenneme bile sığınmak için ellerinden ne geliyorsa yaparlardı" diye tarif ediyor [2].

Srebrenitsa'da yaşananları daha iyi anlamak adına Saraybosna'da şehir merkezinde bulunan 11/07/95 Galerisi ziyaret edilebilecek yerlerden biri. Fotoğrafçı Tarık Samarah'ın sığınma kampları, toplu mezarlar, Potoçari'de yapılan definler gibi çeşitli zaman ve mekanlarda çektiği fotoğraflardan oluşuyor sergi. Bir yandan fotoğraflara bakarken (aşağıdaki videoda fotoğrafların bir kısmını görebilirsiniz) bir yandan da anlatılanları dinleyince yaşananlar tüm ağırlığı ile üstüne çöküyor insanın. Birkaç fotoğrafın hikayesini anlatmaya çalışayım, belki ne demek istediğimiz daha net anlaşılır.

Hemen başlarda bir çerçeve içinde oğulları ile birlikte bir annenin fotoğrafı var. Srebrenitsa'da tüm oğullarını kaybeden anne fotoğraları kesip, yapıştırarak hazırlamış. Her sokağa çıktığında boynuna asıyormuş bu fotoğrafı. Toplu mezarlarda çekilen fotoğrafları anlatmaya gerek yok sanırım. Yalnız şunu yazmak lazım. Bu mezarları kazan caniler, ileride aileler yakınlarını bulup da çıkarmaya gelirse diye çoğu yerde naaşların altına mayınlar yerleştirmişler! Bir de sonlara doğru BM askerlerinin duvarlara yazdığı yazıları görüyoruz. Kelimelerdeki ırkçılık her taşa işlemiş...  

 
Tarık Samarah'ın fotoğraflarıyla Srebrenitsa

Srebrenitsa'da Sırp milisler yaptıkları katliamın açığa çıkmasını engellemek adına mezarları ormanların içerisinde gizlemişler. Toplu mezarların olduğu yerde artemis isimli bir bitki yetişirmiş. Bu bitkiye ise mavi kelebekler gelirmiş. Uzmanlar işte bu mavi kelebekleri takip ederek sonradan birçok toplu mezar açığa çıkarmışlar. İnsanlığın ayıbını örtmeye çalışan mavi kelebekler...

Her ne olursa olsun bu yazının amacı birilerinden nefret etmek değil. Yaşananların ardındaki tek suçlunun şu kişiler veya bu kişiler olduğunu iddia etmek de olan biteni anlamaya çalışmaktan ziyade, basite indirgeyip, kolaya kaçmak. Martin Luther King'in söylediği gibi "Karanlığı yenebilecek olan karanlık değildir, bunu tek yapabilecek ışıktır.  Gene nefreti yenebilecek olan da nefret değildir, bunu sadece sevgi yapabilir".

Bizden olmayana nefret ile bakmadığımız yarınlar dileğiyle...



Kaynakça ve dipnot

1) Bosna Savaşı ve özellikle Srebrenitsa katliamı ile ilgili birçok yazıya, videoya internette ulaşmak mümkün. Ben aşağıda birkaç Türkçe yazı ve video sıralıyorum:
- Srebrebitsa Kasabı Radko Mladic ve yaptıkları: https://www.youtube.com/watch?v=AciTd7rpDo8
- Euronews'in 2018 tarihli Srebrenitsa haberi: https://tr.euronews.com/2018/07/12/yakin-tarihin-utanci-srebrenitsa-katliami-kurbanlarin-defin-islemleri-hala-suruyor
- TRT Arşivinde konuyla ilgili birçok belgesel mevcut: https://www.trtarsiv.com/ara?bul=srebrenitsa

2) Aliya İzzetbegoviç'in Türkler'e Yazdığı Mektup, http://www.muharrembalci.com/hukukdunyasi/Aliya/780.pdf
3) Tarık Samarah'ın web sitesi: http://tariksamarah.com/en/


30 Temmuz 2018 Pazartesi

Aborjinin'in Attığı Bumerang Urfa'ya Düşerse

Japonya'ya gidişimin üzerinden henüz 1-2 ay geçmişti ki yolum Ueno Parkı'nın içinde bulunan Tokyo Ulusal Müzesi'ne düştü. İlber Ortaylı'nın müzede vereceği konuşma aslında ilk yerleştikten sonra yapılacaklar listesinde yer alan müze ziyaretini biraz öne çekmiş oldu.

Tokyo Ulusal Müzesi
Öğleden sonraki konuşma öncesinde müzeyi de görmek niyeti ile sabah erken gittim. Müzede ilk dikkatimi çeken Japonya'da ilk insanlara dair sergilenen çömleklerin altında yazan tarihler oldu. Anadolu'da  MÖ 6000 ve hatta daha öncesi zamanlara giden eşyalar, Japonya'da çok daha geç tarihliydi. İşte o zaman 25 yaşındaki Ersin'in kafasında bir şeyler dank etti: Japonya'da bizim kabul ettiğimiz anlamda medeniyet Anadolu'ya nazaran oldukça geç başlamıştı! İlerleyen bölümlerde de görmüştüm ki MS'ya tarihlenen Kofun zamanına kadar Japonya'da bir devlet yapısı görülmemişti. Aklıma Anadolu'da en bilinen örneklerden Hititler geldi. MÖ 1750 ler sonrasında koskoca bir imparatorluk kurmuşlardı; Japonya'daki devlet yapılanmasından yaklaşık 2000 sene evvel!

İşte o anda neden ortaokuldan başlayarak tarih kitaplarında Anadolu'ya veya Mezopotamya'ya medeniyetin beşiği dendiğini daha iyi anlamış oldum. Anlama konusundaki  12-13 senelik gecikme benim aptallığım mı yoksa eğitim sisteminin eksikliği mi, orasına siz karar verin...

O anda aklıma şöyle bir soru geldi? Sosyal ve devlet yapısı anlamında daha karmaşık medeniyetlerin Japonya'da nispeten daha geç başlamasının nedeni ne olabilir? İlk akla gelen cevap tarımdı. Çünkü müzede bahsedilen, Japonya'da insanların MS tarihlerine kadar büyük ölçüde avcılık ve toplayıcılık ile beslendikleriydi.

Güney Avustralya Müzesi binalarından biri, Adelaide
Bu sorunun daha şiddetli bir şekilde kafamda yankılanması için aradan bir 7 sene geçmesi gerekti. 2017 Eylül ayında
bir konferans için Avustralya'nın Adelaide şehrini ziyaret ettim. Konferanstan zaman ayırabildiğim ilk fırsatta rotam Güney Avustralya Müzesi oldu. Müze Güney Avustralya Bioçeşitlilik Galerisi, Mineraller ve Göktaşları Galerisi, Pasifik Kültürleri Galerisi gibi birçok ilgi çekici bölümden oluşuyor. Ama şüphesiz benim en çok ilgimi çekenlerden biri, dünyadaki en kapsamlı Aborjin koleksiyonlardan birine ev sahipliği yapan Aborjin Kültürleri Galerisi oldu [1].  Hatta Adelaide'de müzelerin bir çoğunun ücretsiz olmasından da faydalanarak, ilk seferde göremediğim yerleri görmek için birkaç gün sonra tekrar ziyaret ettim. 

Aslında galeride dolaşırken ilk olarak Aborjinlerin çok da ilkel bir medeniyet olmadığını, birçok alanda yaşamlarını kolaylaştıran eşyalar, yöntemler ürettiklerini ve çok farklı karmaşık problemleri biz günümüz insanının aklına gelmeyecek şekillerde çözdüklerini düşünüyorsunuz. Örneğin balık tutmak için kullandıkları farklı tuzaklar, sudaki oksijeni azaltıp balığı yukarı çıkmaya zorlayan ilaçlar, gel-giti hesap edip geliştirdikleri yöntemler. Ama sonrasında daha derinlemesine düşünüp, tarihleri karşılaştırınca farkına varıyorsunuz ki, Avrasya'da devletlerin gemiler ile keşif yaptığı, topla tüfekle savaştığı, en önemlisi de insanlığı etkileyecek fikirlerin yeşerdiği bir tarihte Aborjinler halen medeniyeti binlerce yıl geriden takip ediyor.

Peki bunun nedeni ne? İnsan faktörü mü? Avrasya'da yaşayan veya yaşamış olan insanlar çok mu zeki? 

 Kaptan James Cook ile Gweagal yerilerinin ilk teması [2].
Tabi ki hayır! Zaten müzede gezerken biraz dikkatli bir ziyaretçiyseniz bazı şeylerin farkına varmak zor olmuyor. Mesela Aborjinler kimi zaman içecek su bulamadıklarından kurbağaların tuttuğu suyu alıp içiyorlarmış. Avrasya'da benzer şekilde ilginç çözümler ürettirecek bir su kıtlığı olmuş mu bilmiyorum ama Avustralya'da su halen oldukça değerli. Hatta markette süt kaynak suyundan daha ucuz. Bu da demek ki bulunulan coğrafyada bazı şeylerin varlığı/yokluğu medeniyetin bu denli farklı ilerlemesine yol aşmış olabilir. 

Bilenler vardır. Jared Diamond isimli ünlü bilim insanının kaleme aldığı Tüfek, Mikrop ve Çelik isimli bir kitap var [3]. Kitap esasında gene yakın bir coğrafyadan, Yeni Gine'den, yola çıkıp medeniyetin dünyanın farklı noktalarında neden farklı ilerlediğine cevap veriyor. Uzun uzadıya burda kitabı anlatacak değilim. Ama esasında neden Avrupalılar Amerika'yı veya Avustralya'yı fethettiler de tam tersi olmadı sorusuna kitabın verdiği cevap basit, bu kıtalarda insanlar ilk ortaya çıktığı zaman var olan farklı tabiat şartları, özellikle de evcilleştirmeye uygun bitki ve hayvan çeşitliliği ile coğrafi şartlar. Yazarın teorisi şöyle: İnsanlar tarım yapabildikleri yerlerde yerleşik hayata geçti ve bu geçiş bir anda olmadı. Üretimin artması ve yerleşik hayata geçmek toplum yapısında gelişmeleri beraberinde getirdi. Depolama, dağıtma gibi kavramlarla beraber toplumda çiftçilik yapmayanların da (yöneticiler, bürokratlar…) beslenebilmesi sağlandı. Oba düzeninden şeflik ve devlet düzenine geçiş ile beraber toplum yapısı çok katmanlı hale geldi. Bu da beraberinde teknoloji ve mikropları getirdi...

Göbekli Tepe'de çıkarılan T biçimli dikilitaşlardan biri [5].
 


Konuyu daha çok merak edenleri kitaba buyrun diye yönlendirdikten sonra, yazıyı bizim coğrafyamızda noktalayalım. Orjinali 1997'de basılan bu kitapta çokça dile getirilen bir husus var. Tarımın ve üretimin ilk ortaya çıktığı coğrafya Bereketli Hilal diye bahsedilen, Güneydoğu Anadolu'yu da içine alan, Sümerler ve Mısırlılar gibi ilk medeniyetlerin ortaya çıktığı, Mezopotamya, Fenike, Mısır ve Asur coğrafyası [3]. İlk tarım burda yapılmış. İlk evcilleştirilen ve üretimi sağlanan bitkiler arasında ise, şimdilerde bizim almak varken ne diye kendimizi yoralım diye ihraç ettiğimiz buğday ve kesip, yerine yazlık ev diktiğimiz zeytin var! Bakın, dikkat çekmekte fayda var, bunlar insanoğlunun tarih boyunca ilk evcilleştirdiği (yani yabani halden çıkarıp, ekip, dikip, ürettiği) bitkiler arasında ve tarihte ilk evcilleştirildikleri yer de bizim topraklarımız.

Nokta koyacağımız husus ise farklı, ama coğrafya gene aynı. Yakın tarihlerde UNESCO Dünya Mirasları listesine eklenen Göbekli Tepe arkeolojik alanı, medeniyet ve dinler tarihine dair savları büyük ölçüde değiştirmiş durumda [4]. Yukarıda bahsettiğim gibi şu güne kadar ki genel teori, önce üretimin yani tarımın başladığı, sonrasında insanların yerleşik hayata geçtiği yönünde. İlk dinlerin ortaya çıkışı ise bu teoride yerleşik hayata geçişten daha sonraya tarihleniyor ve dinler ancak sosyal örgütlenmeden sonra ortaya çıkıyor. Daha öz şekilde söyleyecek olursak din, sosyal örgütlenme, iş bölümü gibi kavramların ortaya çıkması için üretim olması gerektiğine işaret ediyordu bu teori. İşte Göbekli Tepe bu teoriyi çürütüyor. Bizlere yerleşik hayata geçiş ve sosyal örgütlenmenin tarımdan ve üretimden önce gerçekleştiğini kanıtlıyor. MÖ 10000-9000 senesine tarihlenen bu yerleşim yeri, Anadolu'ya neden medeniyetler beşiği dendiğini bizlere tabiri caizse kafamıza vura vura öğretiyor. Bizlere ise sanırım bu coğrafyanın değerini bilmek ve bil(e)meyenlere öğretmek düşüyor.



Dipnot ve Kaynakça

1) Güney Avustralya Müzesi'nde yer alan Aborjin Kültürleri Galerisi ile ilgi müze tarafından yayınlanmış bir video: Avustralya Aborjin Kültürleri Galerisi. Galerinin yenilenmesi ve Aborjin sanatçılar tarafından boyanan Yuendumu okul kapılarının sergiye dahil edilmesi anlatılmakta.
2) İllüstraston Kaptan James Cook'un Avustralyalı Gweagal yerlileri ile Kurnell Yarımadası'ndaki (bugünkü Sydney yakınları) ilk temasını resmediyor. Kaynak: https://en.wikipedia.org/wiki/File:Indig2.jpg
3) Jared Diamond, Tüfek, Mikrop ve Çelik, Tübitak Yayınları, 2001, ISBN 975-403-282-3.
4) Emine Sonnur Özcan, Göbekli Tepe: Dünyanın En Eski ve En Büyük Tapınma Alanı, Tübitak Bilim ve Teknik Dergisi, Temmuz 2014, syf. 30-39.
5) Göbekli Tepe'de bulunan T biçimli dikilitaşlardan ikisi şu an Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nde (Ankara) görülebilir. Anadolu medeniyetlerini tanımak için de bu müze belki en iyi başlangıç noktası.

8 Temmuz 2018 Pazar

Aziz Antuan'ın İzinde


Aslında hikaye yaklaşık bir yirmi sene evvel İstanbul'da başlıyor. Başrol kahramanlarından biri ben. Diğeri ise Aziz Antuan sanırım.

Hayatımda ilk girdiğim kilise İstanbul Beyoğlu'nda, İstiklal Caddesi üzerinde bulunan, belki birçoklarımızın önünden defalarca farketmeden geçtiği Sent Antuan Kilisesi'ydi. Vefa Lisesi'nin meşhur drama hocası AW, beni ve bir grup arkadaşımı okul zamanı bir boş vaktimizde tutup götürmüştü. Amaç kilisenin akustiğinden faydalanıp ses kaydı yapmaktı. Düşününce o zaman en çok kilise orgunun beni etkilediğini hatırlıyorum.

Sent Antuan Kilisesi, İstanbul
Sent Antuan şehrin en büyük Katolik kiliselerinden. Şu anda var olan yapı 1912'de ibadete açılmış. Mimarı, dönemin İstanbul'unun İtalyan asıllı levanten sakinlerinden Giulio Mongeri. Kilisenin projelerini hazırlayan ise gene bir başka İstanbullu levanten Eduardo de Nari [1]. Aslında her iki isme de tarihe ilgili mimarların bir şekilde kulak aşinalığının olduğunu düşünüyorum. Özellikle Giulio Mongeri, Cumhuriyet Ankarası'nı şekillendiren önemli isimlerden biri; Mimar Vedat Tek ve 20 liralık banknotun arkasından tanıdığımız Mimar Kemalettin Bey ile birlikte. İş Bankası merkez binası, Ziraat Bankası merkez binası ve daha niceleri mimarın Ankara'da bıraktığı izlerden [2].

Sent Antuan apartmanları, Beyoğlu, İstanbul
Mimarlığa çok dalmadan, konuyu da dallanıp budaklandırmadan biz Aziz Antuan'ı takip etmeye devam edelim. Sent Antuan Kilisesi ismini 12. yy sonları, 13. yy başlarında yaşamış Hristiyan dünyasının bu mertebeye en çabuk yükseltilmiş azizlerinden biri olan Fransisken rahip Aziz Antuan'dan almakta. Kendisi özellikle kayıp ruhların, hastaların ve fakirlerin koruyucu azizi olarak biliniyor. Bu civarda Fransisken rahiplere ait bir kilisesinin varlığı çok eskilere dayanmakla birlikte günümüze gelene kadar birkaç kez yer değiştirmiş.


San Jose Misyonu içerisinde bulunan Fransisken rahiplere ait yerleşim yeri, San Antonio, ABD. 
Yaklaşık bir buçuk sene evvel, bir konferans için Amerikan'ın Teksas eyaletinde bulunan San Antonio şehrinde bulundum. 17. yy sonlarında şehre gelen İspanyol rahipler, aslında Payaya yerlilerinin yerleşik bulunduğu bu yere ve yakınından geçen nehre, buraya azizin günü olan 13 Haziran'da varmaları sebebiyle Aziz Antuan'ın ismini veriyorlar. Bugün Amerika Birleşik Devletleri'nin en yüksek nüfuslu 10 şehrinden biri olan San Antonio'yu kuranlar da gene bu rahipler. Buradaki yerlileri hıristiyanlaştırmak adına oluşturulan misyonlar halen ayakta. Bu arada misyon kendi içinde yeme, barınma gibi ihtiyaçların da karşılandığı ve yerlilere bir yandan koruma sağlanırken diğer taraftan da misyonun ve yaşamın merkezinde bulunan kilisede hıristiyanlığın öğretildiği, genelde etrafı çevrili, korumalı yerleşim alanları. Bu misyonların en meşhuru da şehrin merkezinde bulunan Alamo. Fakat Alamo'nun meşhur olma sebebi, kale olarak kullanıldığı 1830larda, o zamanlar Birleşik Devletler'in bir parçası olmayan Teksas Cumhuriyeti ile Meksikalılar arasında geçen meşhur savaşa sahne olması. Fakat bu belki de başka bir yazının konusu...

Sent Antuan Bazilikası, Padova, İtalya
Hikaye İtalya'da Padova şehrinde noktalanıyor. Söylentiye göre bu şehri kuranlar bizim hemşehrilerimiz, savaştan kaçan Truvalılar [3]. Turistik olarak komuşusu Venedik'in gölgesinde kalan bu şehir zamanında Galileo'nun da ders verdiği, dünyanın en eski üniversitelerinden birine ve dünyanın en eski botanik bahçesine ev sahipliği yapıyor. Ama şehri hikayemizle bağlayan varlığından benim de buraya yaptığım ziyaret sırasında haberdar olduğum, Aziz Antuan'ın mezarı. Aziz şehrin merkezinde yer alan Sent Antuan Bazilikası'nda gömülü. Bazilika ise mimari olarak gerek Bizans kiliselerinden esinlenilmiş kubbeleri gerekse de Osmanlı camilerinin minarelerinden esinlenilmiş çan kuleleri ile bizden birçok iz taşımakta.

Aslında bu yazının amacı dünyanın neresine gidersek gidelim kültürlerin nasıl içiçe geçmiş olduğuna dair ufak bir örnek vermek. Belki de her gün önünden geçip gittiğimiz bir bina veya kaldırımlarını arşınladığımız bir sokak tarihten çok farklı izler barındırıyor. Tamamen rastlantılar sonucu, dünyanın farklı noktalarında aynı ismin izlerine rastlamak her ne kadar benim için şaşırtıcı olsa da tarihe baktığımızda noktaları birleştirmek çok kolay.  Tarihi sorguladığımızda mekanlar, kilometrelerce ötedeki diyarlar ile aramızda kolayca bir bağ kurabiliyor. Sen ve ben diye farklılaştırmanın çok kolay olduğu bu günlerde, hepimizin insan olmasının ötesindeki, bizleri birleştiren izleri görmek ve anlamak gerekiyor.


1) E. Ö. Tökmeci, A Catholic Church in an Islamic Capital, Kitap Bölümü: M. Gharipour (ed.), Sacred Precincts: The Religious Architecture of Non-muslim Communities Across the Islamic World,
Brill Academic Pub, Hollanda, 2014.
2) D. Çinici, Başkent Ankara’nın İnşasında Etkin Bir Mimar: Giulio Mongeri ve Yaşam Öyküsü, Ankara Araştırmaları Dergisi, Sayı 3, No.1, syf. 13-41, 2015. 
3) Wikipedia "Padua" Makalesi: https://en.wikipedia.org/wiki/Padua