30 Temmuz 2018 Pazartesi

Aborjinin'in Attığı Bumerang Urfa'ya Düşerse

Japonya'ya gidişimin üzerinden henüz 1-2 ay geçmişti ki yolum Ueno Parkı'nın içinde bulunan Tokyo Ulusal Müzesi'ne düştü. İlber Ortaylı'nın müzede vereceği konuşma aslında ilk yerleştikten sonra yapılacaklar listesinde yer alan müze ziyaretini biraz öne çekmiş oldu.

Tokyo Ulusal Müzesi
Öğleden sonraki konuşma öncesinde müzeyi de görmek niyeti ile sabah erken gittim. Müzede ilk dikkatimi çeken Japonya'da ilk insanlara dair sergilenen çömleklerin altında yazan tarihler oldu. Anadolu'da  MÖ 6000 ve hatta daha öncesi zamanlara giden eşyalar, Japonya'da çok daha geç tarihliydi. İşte o zaman 25 yaşındaki Ersin'in kafasında bir şeyler dank etti: Japonya'da bizim kabul ettiğimiz anlamda medeniyet Anadolu'ya nazaran oldukça geç başlamıştı! İlerleyen bölümlerde de görmüştüm ki MS'ya tarihlenen Kofun zamanına kadar Japonya'da bir devlet yapısı görülmemişti. Aklıma Anadolu'da en bilinen örneklerden Hititler geldi. MÖ 1750 ler sonrasında koskoca bir imparatorluk kurmuşlardı; Japonya'daki devlet yapılanmasından yaklaşık 2000 sene evvel!

İşte o anda neden ortaokuldan başlayarak tarih kitaplarında Anadolu'ya veya Mezopotamya'ya medeniyetin beşiği dendiğini daha iyi anlamış oldum. Anlama konusundaki  12-13 senelik gecikme benim aptallığım mı yoksa eğitim sisteminin eksikliği mi, orasına siz karar verin...

O anda aklıma şöyle bir soru geldi? Sosyal ve devlet yapısı anlamında daha karmaşık medeniyetlerin Japonya'da nispeten daha geç başlamasının nedeni ne olabilir? İlk akla gelen cevap tarımdı. Çünkü müzede bahsedilen, Japonya'da insanların MS tarihlerine kadar büyük ölçüde avcılık ve toplayıcılık ile beslendikleriydi.

Güney Avustralya Müzesi binalarından biri, Adelaide
Bu sorunun daha şiddetli bir şekilde kafamda yankılanması için aradan bir 7 sene geçmesi gerekti. 2017 Eylül ayında
bir konferans için Avustralya'nın Adelaide şehrini ziyaret ettim. Konferanstan zaman ayırabildiğim ilk fırsatta rotam Güney Avustralya Müzesi oldu. Müze Güney Avustralya Bioçeşitlilik Galerisi, Mineraller ve Göktaşları Galerisi, Pasifik Kültürleri Galerisi gibi birçok ilgi çekici bölümden oluşuyor. Ama şüphesiz benim en çok ilgimi çekenlerden biri, dünyadaki en kapsamlı Aborjin koleksiyonlardan birine ev sahipliği yapan Aborjin Kültürleri Galerisi oldu [1].  Hatta Adelaide'de müzelerin bir çoğunun ücretsiz olmasından da faydalanarak, ilk seferde göremediğim yerleri görmek için birkaç gün sonra tekrar ziyaret ettim. 

Aslında galeride dolaşırken ilk olarak Aborjinlerin çok da ilkel bir medeniyet olmadığını, birçok alanda yaşamlarını kolaylaştıran eşyalar, yöntemler ürettiklerini ve çok farklı karmaşık problemleri biz günümüz insanının aklına gelmeyecek şekillerde çözdüklerini düşünüyorsunuz. Örneğin balık tutmak için kullandıkları farklı tuzaklar, sudaki oksijeni azaltıp balığı yukarı çıkmaya zorlayan ilaçlar, gel-giti hesap edip geliştirdikleri yöntemler. Ama sonrasında daha derinlemesine düşünüp, tarihleri karşılaştırınca farkına varıyorsunuz ki, Avrasya'da devletlerin gemiler ile keşif yaptığı, topla tüfekle savaştığı, en önemlisi de insanlığı etkileyecek fikirlerin yeşerdiği bir tarihte Aborjinler halen medeniyeti binlerce yıl geriden takip ediyor.

Peki bunun nedeni ne? İnsan faktörü mü? Avrasya'da yaşayan veya yaşamış olan insanlar çok mu zeki? 

 Kaptan James Cook ile Gweagal yerilerinin ilk teması [2].
Tabi ki hayır! Zaten müzede gezerken biraz dikkatli bir ziyaretçiyseniz bazı şeylerin farkına varmak zor olmuyor. Mesela Aborjinler kimi zaman içecek su bulamadıklarından kurbağaların tuttuğu suyu alıp içiyorlarmış. Avrasya'da benzer şekilde ilginç çözümler ürettirecek bir su kıtlığı olmuş mu bilmiyorum ama Avustralya'da su halen oldukça değerli. Hatta markette süt kaynak suyundan daha ucuz. Bu da demek ki bulunulan coğrafyada bazı şeylerin varlığı/yokluğu medeniyetin bu denli farklı ilerlemesine yol aşmış olabilir. 

Bilenler vardır. Jared Diamond isimli ünlü bilim insanının kaleme aldığı Tüfek, Mikrop ve Çelik isimli bir kitap var [3]. Kitap esasında gene yakın bir coğrafyadan, Yeni Gine'den, yola çıkıp medeniyetin dünyanın farklı noktalarında neden farklı ilerlediğine cevap veriyor. Uzun uzadıya burda kitabı anlatacak değilim. Ama esasında neden Avrupalılar Amerika'yı veya Avustralya'yı fethettiler de tam tersi olmadı sorusuna kitabın verdiği cevap basit, bu kıtalarda insanlar ilk ortaya çıktığı zaman var olan farklı tabiat şartları, özellikle de evcilleştirmeye uygun bitki ve hayvan çeşitliliği ile coğrafi şartlar. Yazarın teorisi şöyle: İnsanlar tarım yapabildikleri yerlerde yerleşik hayata geçti ve bu geçiş bir anda olmadı. Üretimin artması ve yerleşik hayata geçmek toplum yapısında gelişmeleri beraberinde getirdi. Depolama, dağıtma gibi kavramlarla beraber toplumda çiftçilik yapmayanların da (yöneticiler, bürokratlar…) beslenebilmesi sağlandı. Oba düzeninden şeflik ve devlet düzenine geçiş ile beraber toplum yapısı çok katmanlı hale geldi. Bu da beraberinde teknoloji ve mikropları getirdi...

Göbekli Tepe'de çıkarılan T biçimli dikilitaşlardan biri [5].
 


Konuyu daha çok merak edenleri kitaba buyrun diye yönlendirdikten sonra, yazıyı bizim coğrafyamızda noktalayalım. Orjinali 1997'de basılan bu kitapta çokça dile getirilen bir husus var. Tarımın ve üretimin ilk ortaya çıktığı coğrafya Bereketli Hilal diye bahsedilen, Güneydoğu Anadolu'yu da içine alan, Sümerler ve Mısırlılar gibi ilk medeniyetlerin ortaya çıktığı, Mezopotamya, Fenike, Mısır ve Asur coğrafyası [3]. İlk tarım burda yapılmış. İlk evcilleştirilen ve üretimi sağlanan bitkiler arasında ise, şimdilerde bizim almak varken ne diye kendimizi yoralım diye ihraç ettiğimiz buğday ve kesip, yerine yazlık ev diktiğimiz zeytin var! Bakın, dikkat çekmekte fayda var, bunlar insanoğlunun tarih boyunca ilk evcilleştirdiği (yani yabani halden çıkarıp, ekip, dikip, ürettiği) bitkiler arasında ve tarihte ilk evcilleştirildikleri yer de bizim topraklarımız.

Nokta koyacağımız husus ise farklı, ama coğrafya gene aynı. Yakın tarihlerde UNESCO Dünya Mirasları listesine eklenen Göbekli Tepe arkeolojik alanı, medeniyet ve dinler tarihine dair savları büyük ölçüde değiştirmiş durumda [4]. Yukarıda bahsettiğim gibi şu güne kadar ki genel teori, önce üretimin yani tarımın başladığı, sonrasında insanların yerleşik hayata geçtiği yönünde. İlk dinlerin ortaya çıkışı ise bu teoride yerleşik hayata geçişten daha sonraya tarihleniyor ve dinler ancak sosyal örgütlenmeden sonra ortaya çıkıyor. Daha öz şekilde söyleyecek olursak din, sosyal örgütlenme, iş bölümü gibi kavramların ortaya çıkması için üretim olması gerektiğine işaret ediyordu bu teori. İşte Göbekli Tepe bu teoriyi çürütüyor. Bizlere yerleşik hayata geçiş ve sosyal örgütlenmenin tarımdan ve üretimden önce gerçekleştiğini kanıtlıyor. MÖ 10000-9000 senesine tarihlenen bu yerleşim yeri, Anadolu'ya neden medeniyetler beşiği dendiğini bizlere tabiri caizse kafamıza vura vura öğretiyor. Bizlere ise sanırım bu coğrafyanın değerini bilmek ve bil(e)meyenlere öğretmek düşüyor.



Dipnot ve Kaynakça

1) Güney Avustralya Müzesi'nde yer alan Aborjin Kültürleri Galerisi ile ilgi müze tarafından yayınlanmış bir video: Avustralya Aborjin Kültürleri Galerisi. Galerinin yenilenmesi ve Aborjin sanatçılar tarafından boyanan Yuendumu okul kapılarının sergiye dahil edilmesi anlatılmakta.
2) İllüstraston Kaptan James Cook'un Avustralyalı Gweagal yerlileri ile Kurnell Yarımadası'ndaki (bugünkü Sydney yakınları) ilk temasını resmediyor. Kaynak: https://en.wikipedia.org/wiki/File:Indig2.jpg
3) Jared Diamond, Tüfek, Mikrop ve Çelik, Tübitak Yayınları, 2001, ISBN 975-403-282-3.
4) Emine Sonnur Özcan, Göbekli Tepe: Dünyanın En Eski ve En Büyük Tapınma Alanı, Tübitak Bilim ve Teknik Dergisi, Temmuz 2014, syf. 30-39.
5) Göbekli Tepe'de bulunan T biçimli dikilitaşlardan ikisi şu an Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nde (Ankara) görülebilir. Anadolu medeniyetlerini tanımak için de bu müze belki en iyi başlangıç noktası.

8 Temmuz 2018 Pazar

Aziz Antuan'ın İzinde


Aslında hikaye yaklaşık bir yirmi sene evvel İstanbul'da başlıyor. Başrol kahramanlarından biri ben. Diğeri ise Aziz Antuan sanırım.

Hayatımda ilk girdiğim kilise İstanbul Beyoğlu'nda, İstiklal Caddesi üzerinde bulunan, belki birçoklarımızın önünden defalarca farketmeden geçtiği Sent Antuan Kilisesi'ydi. Vefa Lisesi'nin meşhur drama hocası AW, beni ve bir grup arkadaşımı okul zamanı bir boş vaktimizde tutup götürmüştü. Amaç kilisenin akustiğinden faydalanıp ses kaydı yapmaktı. Düşününce o zaman en çok kilise orgunun beni etkilediğini hatırlıyorum.

Sent Antuan Kilisesi, İstanbul
Sent Antuan şehrin en büyük Katolik kiliselerinden. Şu anda var olan yapı 1912'de ibadete açılmış. Mimarı, dönemin İstanbul'unun İtalyan asıllı levanten sakinlerinden Giulio Mongeri. Kilisenin projelerini hazırlayan ise gene bir başka İstanbullu levanten Eduardo de Nari [1]. Aslında her iki isme de tarihe ilgili mimarların bir şekilde kulak aşinalığının olduğunu düşünüyorum. Özellikle Giulio Mongeri, Cumhuriyet Ankarası'nı şekillendiren önemli isimlerden biri; Mimar Vedat Tek ve 20 liralık banknotun arkasından tanıdığımız Mimar Kemalettin Bey ile birlikte. İş Bankası merkez binası, Ziraat Bankası merkez binası ve daha niceleri mimarın Ankara'da bıraktığı izlerden [2].

Sent Antuan apartmanları, Beyoğlu, İstanbul
Mimarlığa çok dalmadan, konuyu da dallanıp budaklandırmadan biz Aziz Antuan'ı takip etmeye devam edelim. Sent Antuan Kilisesi ismini 12. yy sonları, 13. yy başlarında yaşamış Hristiyan dünyasının bu mertebeye en çabuk yükseltilmiş azizlerinden biri olan Fransisken rahip Aziz Antuan'dan almakta. Kendisi özellikle kayıp ruhların, hastaların ve fakirlerin koruyucu azizi olarak biliniyor. Bu civarda Fransisken rahiplere ait bir kilisesinin varlığı çok eskilere dayanmakla birlikte günümüze gelene kadar birkaç kez yer değiştirmiş.


San Jose Misyonu içerisinde bulunan Fransisken rahiplere ait yerleşim yeri, San Antonio, ABD. 
Yaklaşık bir buçuk sene evvel, bir konferans için Amerikan'ın Teksas eyaletinde bulunan San Antonio şehrinde bulundum. 17. yy sonlarında şehre gelen İspanyol rahipler, aslında Payaya yerlilerinin yerleşik bulunduğu bu yere ve yakınından geçen nehre, buraya azizin günü olan 13 Haziran'da varmaları sebebiyle Aziz Antuan'ın ismini veriyorlar. Bugün Amerika Birleşik Devletleri'nin en yüksek nüfuslu 10 şehrinden biri olan San Antonio'yu kuranlar da gene bu rahipler. Buradaki yerlileri hıristiyanlaştırmak adına oluşturulan misyonlar halen ayakta. Bu arada misyon kendi içinde yeme, barınma gibi ihtiyaçların da karşılandığı ve yerlilere bir yandan koruma sağlanırken diğer taraftan da misyonun ve yaşamın merkezinde bulunan kilisede hıristiyanlığın öğretildiği, genelde etrafı çevrili, korumalı yerleşim alanları. Bu misyonların en meşhuru da şehrin merkezinde bulunan Alamo. Fakat Alamo'nun meşhur olma sebebi, kale olarak kullanıldığı 1830larda, o zamanlar Birleşik Devletler'in bir parçası olmayan Teksas Cumhuriyeti ile Meksikalılar arasında geçen meşhur savaşa sahne olması. Fakat bu belki de başka bir yazının konusu...

Sent Antuan Bazilikası, Padova, İtalya
Hikaye İtalya'da Padova şehrinde noktalanıyor. Söylentiye göre bu şehri kuranlar bizim hemşehrilerimiz, savaştan kaçan Truvalılar [3]. Turistik olarak komuşusu Venedik'in gölgesinde kalan bu şehir zamanında Galileo'nun da ders verdiği, dünyanın en eski üniversitelerinden birine ve dünyanın en eski botanik bahçesine ev sahipliği yapıyor. Ama şehri hikayemizle bağlayan varlığından benim de buraya yaptığım ziyaret sırasında haberdar olduğum, Aziz Antuan'ın mezarı. Aziz şehrin merkezinde yer alan Sent Antuan Bazilikası'nda gömülü. Bazilika ise mimari olarak gerek Bizans kiliselerinden esinlenilmiş kubbeleri gerekse de Osmanlı camilerinin minarelerinden esinlenilmiş çan kuleleri ile bizden birçok iz taşımakta.

Aslında bu yazının amacı dünyanın neresine gidersek gidelim kültürlerin nasıl içiçe geçmiş olduğuna dair ufak bir örnek vermek. Belki de her gün önünden geçip gittiğimiz bir bina veya kaldırımlarını arşınladığımız bir sokak tarihten çok farklı izler barındırıyor. Tamamen rastlantılar sonucu, dünyanın farklı noktalarında aynı ismin izlerine rastlamak her ne kadar benim için şaşırtıcı olsa da tarihe baktığımızda noktaları birleştirmek çok kolay.  Tarihi sorguladığımızda mekanlar, kilometrelerce ötedeki diyarlar ile aramızda kolayca bir bağ kurabiliyor. Sen ve ben diye farklılaştırmanın çok kolay olduğu bu günlerde, hepimizin insan olmasının ötesindeki, bizleri birleştiren izleri görmek ve anlamak gerekiyor.


1) E. Ö. Tökmeci, A Catholic Church in an Islamic Capital, Kitap Bölümü: M. Gharipour (ed.), Sacred Precincts: The Religious Architecture of Non-muslim Communities Across the Islamic World,
Brill Academic Pub, Hollanda, 2014.
2) D. Çinici, Başkent Ankara’nın İnşasında Etkin Bir Mimar: Giulio Mongeri ve Yaşam Öyküsü, Ankara Araştırmaları Dergisi, Sayı 3, No.1, syf. 13-41, 2015. 
3) Wikipedia "Padua" Makalesi: https://en.wikipedia.org/wiki/Padua