14 Nisan 2020 Salı

Batıda Maskeli Balo Devam Ediyor


Kahve kabını tutarken elimiz yanmasın diye verilen şu kartonlardan birinin üzerindeki yazı dikkatimi çekiyor. %85i geri dönüştürülmüş bu üründe, %35 daha da az kâğıt kullanılmıştır diyor. İlk anda insanın bravo valla diyesi geliyor, çevreyi düşünüyorlar. Sonra ise düşündükçe jeton yuvarlanmaya devam ediyor, elimiz iki dakika yanmasın diye her kapla beraber çöpe atılan onca kâğıda cidden gerek var mı? Bu kadar tükettikten, yok yere harcadıktan sonra geri dönüşüm cidden neye yarıyor? Bizler için de aynı, düşünüyor muyuz iki saniyeliğine açık bıraktığımız musluktan kaç litre suyun boşa aktığını? Biliyor muyuz mesela şu an için bile su kıtlığı çeken ülkeler arasında olduğumuzu ve bunun 2040'da çok daha ciddi seviyelere ulaşacağını [1,2]. Veya umursuyor muyuz biraz zahmete girip de ayırıp atabileceğimiz onca ambalaj kağıdının, belediye ayrı atık kutuları koymamış olsa bile onları toplayıp geçimini sağlayan, bir yandan da geri dönüşüme sokacak insanlara faydasını ve herşeyin ötesinde bu geri dönüşümün ekonomiye katkısını?

Susuz bir dünyada görmesi zor manzaralardan!
Japonya belki de geri dönüşümün en iyi yapıldığı ülkelerden biri. Her çöp, kategorilere ayrılıp, ona göre atılıyor. Japonlar çevreye duyarlı diye düşünüyor insan hal böyle olunca. Aslında cidden çevreye duyarlılar, en azından yok yere ağaç kesmek yok, yeşile, doğaya saygı var. Ama tüketim… Eve alıp geldiğiniz bir ürünün paketinin yarısından fazlası gereksizdir herhalde. İnternetten sipariş verdiğiniz küçücük bir ürün kocaman kutuda gönderiliyor. Tabi kutu geri dönüştürülüyor! Her bilginin internet üzerinden ulaşılabildiği şu çağda, insanların artık kâğıt reklamlara itimadı var mı bilmiyorum ama benim orada yaşadığım süre boyunca geri dönüşüme gönderdiğim kâğıtların hemen hemen hepsi posta kutuma atılmış gereksiz reklamlar. O kadar fazlalar ki her hafta posta kutusunu boşaltmak gerekebiliyor. Ama kâğıtlar geri dönüşüme gidiyor!

Biraz daha çöplerden gidelim. İki sene önce özellikle yaz ayı boyunca yurdun muhtelif noktalarında çuvallarca çöp topladım. Bir keresinde, 3-4 km'lik orman yürüyüşü boyunca yol kenarına atılmış soda, bira şişelerini toplayayım diye yoldan bulduğum çuval en sonunda o kadar doldu ve ağırlaştı ki son birkaç yüz metresini çöp kutusuna kadar sürüyerek çektim. Bu konuda o kadar başarılıyız ki, derenin içinden keçi gibi sekerek gidilebilecek ücra yerlerde bile iki üç hafta içinde torbalarca çöp biriktirebiliyoruz. Sanırım yediklerinin, içtiklerinin bir parçasını da doğaya adamayı seven ayrı bir tarikat var ama ben bilmiyorum. Doğaya virüsten bile daha çok tehlike arz eden, virüsten bile korkmaz bu pikniksever tarikata karşı aman dikkat diyorum! 

Bu fotoğraftaki çoğu çöpü photoshop silebildi, peki doğanın kendisi?


Japonya'dayken öğlenleri laboratuvardan toplu halde yemeğe çıkarken hep ışıkları söndürmeye gayret gösteriyordum. Öyle ki ofisteki arkadaşlar da alışmıştı, aynısını yapıyorlardı. Ama diğer ofislerde durum hiç de aynı değildi. Gündüz bile tüm ışıklar yanıyordu koca binada çoğu zaman. Anlaşılan Japonlara anneleri oğlum/kızım şu ışığı söndür dememiş hiç. Isıtmasından, ulaşımına her konuda elektriğe bel bağlayan bir ülkede, elektrikten tasarruf sadece trenlerdeki tabelalarda yazılan duyurularla sınırlı anlaşılan. Peki bizde durum çok farklı mı? Emin miyiz o lambanın boşuna yanmadığına?

Amerika’da bir otoparkta elektrikli şarj aleti koymuşlar. Sayelerinde her sene iki bin kusur ağaç dikilmiş gibi oluyormuş. Sayelerinde her sene kaç ağaç kesiliyor, bunu ise bilemiyoruz. 10 metre ötedeki markete bile garajından çıkardığı cipiyle giden milyonlarca insan. Haftada 1 gün arabasız sokağa çıksalar dünyadaki senelik karbon salınımında azalma bile olabilir! Toplu taşıma çevre dostu otobüslerle yapılıyor yalnız, otobüsü kullanan olmasa da pek şahane bir şey.

Bize neden kızgın acaba?
Bir vakit Amerika'da bulunduğumda, San Diego Hayvanat bahçesine gitmiştim. Hayvanlar için yazılı bilgilere bakıyordum yürüdükçe. Sanırım soyu tehlikede olmayan bir biz kalmışız. Birbirimizi de öldürüyoruz aslında ama kaplandan pandadan daha hızlı çoğalıyoruz olsa gerek ki sayımız azalmıyor. Örneğin Suriye'deki iç savaşta yaklaşık yarım milyon insan ölmüş [3] ama tabi hayvanat bahçesinde bu bilgi yok ne yazık ki, "bu da insan hayvanı, daha fazla para hırsıyla durduk yere kendi şöyle öldürebiliyor diye." Nedense ölümler son günlerde olduğu gibi virüsten olunca ve medeni ülkeleri birebir vurunca dikkate alınıyor zaten. Öteki türlü Srebrenitsa'da olduğu gibi [4] Avrupa'nın ortasında binler katledilse de medeniyet canavarının o tek dişinin kavuğuna bile gitmiyor!


Hayvanat bahçesinde bir diğer enteresan bilgi: Hayvanların soyunu tüketen bizler, medeni insanlar, değilmişiz, hep Endonezyalılar, Afrikalılarmış. Dişi için filleri, pipisi için kaplanları, eti için de hepsini birden avlıyorlarmış. Elinde son model akıllı telefonu olan çocuk babasına soruyor niye diye. Baba, "senin elinde 1000 dolarlık alet varken, onlar birkaç dolarlık yemeği bile bulamıyor, biz sömürdük aç bıraktık" diyemiyor, vahşiler çünkü olum diye kestirip atıyor. Sonrasında ise derin düşünceler dalıyor, maymunları seyrederken. 

Son zamanlarda çokca girip baktığımız birkaç site var korona virüs salgınında rakamlar ne olmuş diye. Aynı sitede merak edip baktınız mı diğer istatistiklere? Salgından dolayı ölenler binleri geçince o gün, ne kötü diyoruz ya, bugün sadece tüm dünyada açlıktan ölenler 25 bini geçmiş durumda [5] ve hızla artıyor desem? Şu aşağıdaki haritaya bir bakın isterim, dünyadaki 9 insandan 1i yeterli besin bulamıyormuş. O kırmızı yerler varya hep açlıktan kırılan insan doluymuş. O tabağınızda kalan, israf ettiğiniz onca yemeğe bir daha bakıp düşünün isterseniz, çöpe dökmek istediğinize emin misiniz?

2019 Açlık Haritası. Harita kırmızılaştıkça o ülkedeki aç insan sayısı toplam nüfusun %35inden bile fazla hale geliyor [6]
Gene aynı hayvanat bahçesinde bir bilgilendirme panosu. Diyor ki yağmur ormanlarını koruyoruz. Yerliler kesiyormuş ağaçları, medeni insanların ise çevreye duyarlılıkları daha fazla olduğundan türlü şekillerde koruyorlarmış. Gözler tarihi dipnot arıyor tabelada, her şey aç Avrupalının daha fazla altın için sağa sola saldırmasıyla ve yerlileri soyup aç bırakmasıyla başladı diye. Tabi gene hiçbir dipnot söylemiyor, "koronavirüs gibi salgınlar ne ki, daha çok altın peşindeki Avrupalılar çiçek gibi hastalıkları kasten bulaştırarak milyonlarca yerli Amerikalı öldürdü diye [7]". 

Elmafon bilmem kaç çıktı diye insanlar Tokyo’da geceden kuyruğa girmiş durumda. Yeniler alındığı gibi eskiler çöpe gidecek. Durum tüm dünyada farklı değil. Eskiler çöpe atılıp veya en iyi ihtimalle kenarda çürümeye bırakılıp, yenisi, daha yenisi ve daha iyisi alınacak. Sonrasında da Dünyanın bir sahilinde kıyıya vuran yunus yavrusuyla yaygın tabiriyle selfi çekilecek. 20-30 paylaşım, bir o kadar da beğeni varsa yavru ölmüş kime ne! Dünyanın en kalabalık noktalarından birine gidip ben de bir fotoğraf çekeceğim. İsim şimdiden hazır: Vahşi kalabalığın ortasında!

Sizlerin pandemi nedeniyle stokladığınız yiyeceklerden ne kadar kaldı bilmiyorum ama dünyanın pek fazla stoğu kalmamış durumda. Dünyanın her sene, bir sene için bize sunabileceği yenilenebilir kaynakları biz daha Ağustos ayı gelmeden tüketiyoruz ve bir sonraki seneden yemeye başlıyoruz. Dünyanın tüm kaynaklarını tüketip, hayvanların doğal yaşam alanlarına müdahale edip gün geçtikçe de daha fazlasını talep ediyoruz. Bu şekilde giderse yeni yeni virüsler duymamız an meselesi. Ama merak etmeyin, medeniyete bulaşmadıkça korkulacak bişey yok. Bulaştığı zaman da virüs korksun zaten değil mi?

 
O zaman herkes için gelsin, tak etti canıma bu maskeli balo...


Notlar ve Kaynaklar:

Birkaç zaman önce bir yazı yazmıştım ve sanırım facebook üzerinde paylaşmıştım "Batılı Adamın Maskeli Balosu" ismiyle. Geri dönüşümden başlayıp birkaç farklı konuya değinerek, günümüzde özellikle batı toplumlarında bazı gerçeklerin nasıl da görülmezden geldiğini anlatmaya çalışmıştım, nacizane. Ne yazık kı balo tüm hızıyla devam ediyor. Biraz da güncel konularla ilişkilendirip, güncelleyerek tekrar burada paylaşmak istedim.

======================================== 1) , and 17 Countries, Home to One-Quarter of the World's Population, Face Extremely High Water Stress", https://www.wri.org/blog/2019/08/17-countries-home-one-quarter-world-population-face-extremely-high-water-stress


2) , and Ranking the World’s Most Water-Stressed Countries in 2040", https://www.wri.org/blog/2015/08/ranking-world-s-most-water-stressed-countries-2040


3) Wikipedia Syrian Civil War Makalesi: https://en.wikipedia.org/wiki/Syrian_civil_war 

4) E. Söken, "Ağlayan Duvarlar Şehrinde" https://ersinnesriyat.blogspot.com/2018/10/aglayan-duvarlar-sehrinde.html

5) https://www.worldometers.info/ "People who died of hunger today", Türkiye saati ile 19:30 itibariyle. Sene içinde açlıktan ölenlerin sayısı ise 3.5 milyondan fazla.

6) 2019 Hunger Map, Dünya Besin Programı Sitesi, https://www.wfp.org/publications/2019-hunger-map

7) Jared Diamond, Tüfek, Mikrop ve Çelik, Tübitak Yayınları, 2001, ISBN 975-403-282-3.

 

8 Mart 2020 Pazar

Bizlerin Otomobil Yanılgısı Elin Bisiklet Sevdası

Ankara'ya yerleşmemizin ve işe başlamamızın üzerinden beş altı ay geçmesinin ardından arkadaşlarımdan, öğrencilerimden şu soruyu sıkça duymaya başladım: "hocam/Ersin araba almayacak mısın?"  Birçok kiş tabi ki bunu Ankara'nın toplu taşıma açısından ne kadar beter (İstanbul'a bile kıyasla) bir şehir olduğunu ve eninde sonunda arabasız yapılamayacağını bilerek soruyor. Kalanlar da biraz meraktan, biraz muhabbet olsun diye...

Benim almak istediğim araba!
Ben açıkçası annem, babam ve yakın arkadaşlarım haricinde birileri bu soruyu sorunca biraz garipsiyorum. Belki bunda ömrümün beşte birinden fazlasını özel olarak niteledikleri bu tarz sorulara hiç bulaşmayan Japonlar arasında geçirmiş olmamın da etkisi olabilir. Ama gene de bahsettiğim gibi Ankara şartlarını düşününce insanların bunu merak etmesini belki bir derece doğal karşılamak lazım.

Neyse, benim bahsetmek istediğim esas konu ise, sözüm meclisten dışarı, bizlerde nedense arabanın, ve araba sahibi olmanın medeniyet ve statü ile özdeşleştirilmesi. Özellikle evimin civarında gözlediğim kadarıyla ne kadar lüks otomobilin varsa bu senin o denli mühim bir şahsiyet olduğunu gösteriyor! Yol da senin, hak da senin oluyor. Tabiri caizse, altında iyi arabası olanlar kendini adam/kadın sanıyor! Bu durum yalnızca arabanın içindekilere değil, dışardakilere de yansımış durumda. Birebir aynı şeyi işyerindeki bir ağabey söyledi geçenlerde: Araban ne kadar iyi ise, insanların sana tarafikte, yolda saygısı artıyor! Anlayacağınız, Nasreddin Hoca tabiriyle, ye arabam ye!

Ne yazık ki, toplumumuza sirayet etmiş bu anlayış, çok çarpık bir anlayış. Herşeyin başında araba bir amaç değil, ismi üzerinde araç! Eğer maddi imkanın varsa, gideceğin yere daha konforlu, daha güvenli varmak için bir üst modelini tercih edebilirsin. Ama bu ne seni daha kültürlü yapar, ne de daha önemli bir insan. En kötüsü ise, bunu yapan insanların büyük bir çoğunlunun, o arabayı almak için, cebindeki paraya bakmaksınız borca harca girmesi, senelerce kredi ödemesi. Kusura bakmayın ama İlber Hoca'nın dediği gibi bu tamamen kasabalı cehaleti!

Bu insanların en çok özendikleri belki de Amerika'da yaşayanlar. Filmler de görüyoruz ya, insanlar, güzel güzel lüks arabalarda, koca jiplerde. Ama acı gerçeği söyleyeyim mi, bizlerin ÖTV, şu, bu diye bir otomobil alırken aldığımız paranın belki üçte birini veriyor o filmlerdeki Amerikan vatandaşları. Alım gücünü, o arabaları kullandıkları yolları, benzin fiyatını ise hiç kıyaslamıyorum.

Ankara'nın canavarları!
Gelelim, başka bir hususa. Ben kaldı ki tüm o arabalara, yollara rağmen Amerika'nın ulaşım açısından çok da medeni olduğunu düşünmüyorum. Ne zaman gitsem afallamışımdır. Yürümek yerine en kısa mesafelerde bile arabayı tercih eden insanlar (kaldı ki zaten yürümek için elverişli yol da şehir içleri haricinde pek yok), toplu taşımayı kullanan insanların genel profili ve şehir içleri haricinde toplu ulaşımın hep kısıtlı olup çoğunlukla karayoluna bel bağlanması... Tabi ki bu söylediklerim benim gözlemlerim. Amerika sonuçta bir ülke olmaktan çok koca bir kıta. Farklı eyaletlerde, farklı şehirlerde durum daha farklı olabilir, uzun süredir orada yaşayanlar, aksini savunabilir. Gene de istediğin noktaya trenle tam hesaplanan dakikasında ulaşabildiğin Japonya'ya, insanların işe okula bisikletle gidip geldiği Avrupa şehirlerine kıyasla en azından benim pek hazzetmediğim bir durum söz konusu Amerika'nın birçok yerinde.

Gel gelelim, zaten Ankara'nın epey bir Amerikan özentisi şehir olduğunu sadece ben değil, birçok insan görüyor, biliyor. ODTÜ, Bilkent gibi üniversitelerin kampüslerinde bu özentilik daha çok hissediliyor. Ama birçok noktada olduğu gibi özendiğimizi de tam anlamıyla yapamamışız. Ben kampüs içinde ana ulaşım imkanının özel araçlar olduğu, öğrencilerinin otosop çekmek zorunda kaldığı, öğrencisinden hocasına herkesin araba kullanmaya özendirildiği bir üniversite Amerika'da bile görmedim, Harvard gibi büyüklerinden, Minnesota Üniversitesi gibi nispeten yerellerine birçok üniversite kampüsü gezmiş biri olarak.

Bisiklet medeniyettir!
Peki işin doğrusu ne? İşin doğrusu aslında basit. Toplu taşımayı yaygınlaştırmak, yaşanılan yeri yaya ve bisiklet dostu bir yer haline getirmek ve insanları yürümeye, bisiklet kullanmaya özendirmek. Avrupa'da bunu zaten birçok yerde görüyorsunuz. Hollanda'da, Danimarka'da duyduğum, gördüğüm kadarıyla insanların en çok tercih ettiği araçlardan biri bisiklet. Amerika'da bile özellikle üniversitelerde ve üniversite şehirlerinde öğrencilerin bisiklet kullanımını özendirmek için sayısız çalışma yaplıyor. Örneğin Amerikan Bisikletliler Ligi (League of American Bicyclists) 5E olarak isimlendirdikleri kriterlere bakarak, üniversiteleri altın, bronz gibi birkaç seviyesi olmak üzere bisiklet dostu üniversite olarak payelendiriyor [1]. Baktıkları bu 5E kriterleri de sırasıyla  mühendislik (Engineering - güvenli sürüş ve park için altyapı sağlanması), eğitim (Education - kişilere yeteneklerini geliştirmek için eğitim sağlanması), teşvik (Encouragement - bisiklete binmeyi teşvik edici bir kampüs ortamı yaratmak), denetim (Enforcement - kampüsün bisiklet kullanımı için güvenli olduğunun denetlenmesi) ve değerlendirme (Evaluation - bisiklet kullanımını kampüs içi ulaşım seçeneği olarak öne çıkarma).

Gördüğünüz üzere, en azından kampüslerde bisiklet kullanımını yaygınlaştırmak için yapılması gerekenler öyle çok zor ve milyon liralar harcamak gerektiren şeyler değil. Basit çalışmalar ile bu kriterler hayli hayli sağlanıyor. Örneğin Colorado Üniversitesi, kampüs içinde bisiklet tamir atölyesi kurmuş (mühendislik kriteri), Portland Üniversitesi, en basit lastik tamirinden başlayarak bisiklet bakımına dair eğitimler veriyormuş (eğitim kriteri) veya Maryland Üniversitesi, evden üniversiteye bisiklet kullananlar için duşlar inşaa etmiş (teşvik kriteri) [2].

Bizde de bu kapsamda en azından belediye bünyesinde bazı çalışmalar yapılmaya başlandı ama henüz çok yeni. Ne doğrultuda ilerleyeceğini ve gerçekten meyve verip vermeyeceğini zaman gösterecek. Sonuçta bana kalırsa en başta insanların eğitilip, zihniyetin değiştirilmesi gerekiyor. Şu andaki zihniyetimiz ise "Araba Sevdası" şeklinde yanlış bir batı özentiliğinden ötesine gitmiyor, 130 yıl önce Recaizade Mahmut Ekrem'in yazdıklarını onca sene geçmesine rağmen yineler biçimde...


Kaynakça

1) O.Wilson, N. Vairo, M. Bopp, D. Sims, K. Dutt, B. Pinkos, "Best practices for promoting cycling amongst university students and employees," Journal of Transport and Health, cilt. 9, syf.34-243, 2018.
2) M. Bopp, D. Sims, D. Piatkowski, "Bicycling for Transportation: An Evidence-Base for Communities," Elsevier, Amsterdam, Hollanda, 2018.



 

4 Ocak 2020 Cumartesi

Bohem nedir, bohem kime denir?

Bu yazımızda başlıkta belirtmiş olduğum engin felsefi soruya yanıt arayacağız. Eğer başlığı okur okumaz bu Ersin gene gereksiz bir konu seçmiş, durduk yere kafamızı bulandıracak diye düşündüyseniz, sizi söyle dışarı alalım... Sonra yalnız bir katıldığınız yarışmada milyonluk soru burdan gelirse hayıflanmayın. Yarışmaya katılmasanız bile, TV başında elinizde meyve tabağı otururken, benzer soru çıkar, siz de şap diye jokersiz bilirsiniz, eşinize dostunuza havanız olur. Benden söylemesi...

Prag'dan Bohem manzaralar

Şimdi Ersin'e nerden esti de böyle bir sorunun derdine düştü derseniz, herşey yakın zaman önce yapmış olduğumuz Çekya gezisi ile başladı. Bohemya aslında Çekya içinde, ülkenin batı tarafını kapsayan bölgenin adı. Bölge yüzyıllar boyunca bu isimle anılmış. Şu anda sadece ülkenin bir kısmı olsa da tarihteki sınırları farklılıklar göstermiş. Evvel zamanda Bohemya'nın, günümüzde Almanya ve Polonya ülke sınırları içinde kalan yerleri kapsadığı da olmuş. Bizim Çekya dediğimiz ülke de (önceki ismiyle Çek Cumhuriyeti, onun da öncesinin Çekoslavakyası) geçmişte, 1900lerin başına dek hep Bohemya diye anılmış, kendi başına bir krallıkken de, Kutsal Roma (Germen) İmparatorluğunu'nun parçasıyken de. Esasında zaten Bohemya bölgenin ismiyken, Çekler bu bölgeye yerleşen kavim.

Peki bize ne bundan derseniz, aslında haklısınız. Cidden bize ne bundan! Ama gelgelim, "bohem tabirinin (-ne kadar da bohemsiniz kuzum- derken yüklenen anlamıyla) bu bölge ile ne ilgisi var, ya da var mı"sorusu benim aklıma takıldı.

 
Charles Aznavour'dan La Boheme

Bohem aslında bir hayat biçimi ve bu hayat biçimini benimsemiş insanlara verilen ad. İlk olarak 1800ler Fransası'nda ortaya çıkan bu tabir 1932 tarihli Fransız Akademisi Sözlüğü'nde "Kurallara ve geleneklere uymaksızın, yarın için tasalanmadan, herhangi bir maddi güvencesi olmadan hovarda yaşayan kimse" diye tanımlanmakta [1]. Daha özelde ise bu tarz bir hayatı benimsemiş, burjuvadan (orta kesim, geleneksel) farklı olarak sanata olan aşkları, zevke düşkünlükleri, cinsel özgürlükleri ile eksantrik bir yaşam süren sanatçılar için kullanılmış. Benimsedikleri hayat tarzının ve politik görüşlerinin ışığında sanatın ve edebiyatın da daha radikal olmasını amaçlayan bu sanatçılar ile birlikte onlara özenen (ya da onların özendiği) öğrenciler de bohem olarak isimlendirilmiş. İlk olarak Paris'de Seine Nehri'nin sol yakasındaki Latin Bölgesi, daha sonrasında da Montmartre bu insanların yaşamak için tercih ettiği yerler olmuş. 

Montmartre, Sacre Coeur Kilisesi
Bu hayatı ilk resmedenlerden birisi Henry Murger. Kendisinin yazdığı makaleleri Théodore Barrière ile birlikte oyunlaştırıp 1849'da Montmarte'deki Veryete Tiyatrosu'nda (Théâtre des Variétés) sahneye koyuyarlar. Bu tiyatronun günümüzde halen açık olduğunu da buraya not düşelim [2]. İlk izleyenler arasında Napolyon'un da olduğu bu oyun büyük başarı kazanıyor. Ardından Murger makalelerini Bohem Hayat'tan Manzaralar (Scènes de la Vie de Bohème) isimli kitabında topluyor. Yazar Bohemya'yı Çekya'da bir bölge olarak değil de genç yazar, ressam, besteci ve düşünürler için hayatın, aşkın, sıkıntıların hatta ölümün öğrenildiği ve sanatçının gelişiminde çok önemli yer tutan tecrübelerin yaşandığı bir yer olarak tanımlıyor, bohem hayattan kesitler sunduğu bu yapıtında [3]. Yaklaşık 30 sene sonra ise roman (ve öncülü tiyatro oyunu) Puccini ve Leoncavallo tarafından birkaç sene içerisinde iki farklı opera olarak sahneye konuluyor. Leoncavallo'nun operası başarız olup unutulurken, Puccini'nin ki günümüzde halen popülerliğini koruyor.

Bohem hayata dair yansımalar tabi ki bu roman veya opera ile sınırlı kalmıyor. Örneğin Victor Hugo'nun başyapıtı Sefiller'de Bohem hayatın izlerini, olay örgüsünün arka planında,  özellikle de Marius ve ABC Dostları Derneği'ndeki arkadaşlarının yaşamlarında tüm detayları ile okumak mümkün [4]. Daha yakın zamandan örnek vermek gerekirse, 2001 tarihli Moulin Rouge! filmi 1900ler başındaki Montmartre'yi ve bohem hayatı bir İngiliz yazar ve aşık olduğu kabere aktristi üzerinden anlatıyor. Woody Allen'in benim de çok sevdiğim 2011 tarihli Paris'te Bir Geceyarısı filmi ise gene bu günleri de kapsayan bir zaman yolculuğuna çıkarıyor izleyiciyi.

Le Chat Noir Afişi
Anlaşıldığı üzere Montmartre Paris'te bohem hayatın zamanında zirve yaptığı yer. O günlerde şehrin merkezinin dışında kalan bu bölge, vergilerden muaf olması (dolayısıyla şehrin keşmekeşinden uzakta ucuz bir hayatı mümkün kılması) ile zaten yeterince cazipken, bir de inşa halindeki Secre Coeur Kilisesi'nin rahibelerinin ucuz şarapları ve şehri tepeden gören manzarası eklenince bohemlerin en gözde yeri haline gelmiş [5]. Zaten Moulin Rouge gibi şehrin önde gelen eğlence mekanlarının bu civarda toplanmasının sebebi de bu. Zamanında yaptığım Paris gezisinde Montmartre'yi dolaşırken her tarafta gördüğüm Le Chat Noir afişleri de böylelikle anlam kazanıyor. Şu anda böyle bir yer olmamasına rağmen, 1800ler sonunun başlıca kabere kulüplerinden olan bu mekanın halen şöhretini koruması, o zamanlar bohem yaşantının en güzide mekanlarından birisi olmasından kaynaklı.

Peki kimler bu bohem sanatçılar? Aslında kimler yok ki yaşamın, sanatın, eğlencenin ve biraz da yeşil ilham perisi absentin büyüsüne kapılmış bu isimler arasında. En başta ressamlardan Edgar Degas, (1834–1917), Auguste Renoir (1841–1919), Gustave Courbet (1819-1877), Henri de Toulouse-Lautrec (1864–1901), Vincent van Gogh (1853–1890) ve nispeten daha yakın tarihten Henri Matisse (1869 -1954) ve Pablo Picasso (1881-1973); sonrasında şairlerden, yazarlardan Charles Baudelaie (1821 -1867), Arthur Rimbaud (1854-1891), Emile Zola (1840-1902) ve Oscar Wilde (1854-1900). Bu isimler şüphesiz sadece ilk anda akla gelenler. 

Fikret Mualla (1962)
Tabi ki bohem kültürü Paris ve Montmartre ile sınırlı kalmamış. Londra'ya, Yeni Dünya'ya ve dünyanın birçok farklı köşesine sıçramış. Zaten daha yakın tarihlerde dünyanın tanıştığı Beat Kuşağı gibi akımlar, hippiler gibi karşıkültürler hep temellerini bohem kültürden almakta. Bizde ise daha çok Beyoğlu ve Şişli etrafında odaklanan bohem kültürün mensupları olarak Peyami Safa, Orhan Veli Abidin Dino ve Necip Fazıl gibi isimleri saymak mümkün. Fikret Adil'in İntermezzo ve Asmalımescit 74 isimli kitapları ile Ahmet Oktay'ın Gizli Çekmece isimli kitabında bizim bohemlerimize ve o dönemlerde yaşananlara dair bolca anekdot mevcut. Bunlar haricinde bir ismi daha burda anmakta fayda var: Ressam Fikret Mualla. İstanbul'dan Paris'e uzanan, çalkantılı ve çoğu zaman ruhsal sorunlar, bunalımlar ile dolu, Neyzen Tevfik'ten, Abidin Dino'ya birçok sanatçımız ile kesişen, içkisinin ve fırçasının hiç eksik olmadığı yaşantısıyla bohem deyince ilk akla gelebilecek sanatçımızdır kendisi.

Eugene Siberdt, Bohemler Mola Yerinde
Farkettiyseniz şu noktaya kadar birçok bilgi verdim ama halen asıl soru cevaplanmadı. Coğrafi anlamdaki Bohemya ile Paris'te ortaya çıkan bohem yaşantının ilgisi ne? Aslında ilgi bir yanlış anlaşılmadan ibaret. Fransızlar o zamanlarda Paris'te yaşayan Romanların (veya bizim daha yaygın kullandığımız isimle Çingenelerin) Bohemya kökenli oldukları yönünde yanlış bir kanıya sahip. Bunun sonucunda da Çingenelere Bohemyalı diyorlar. İşte yukarıda bahsi geçen sanatçılar ve öğrenciler bohem kültürün ilk doğduğu zamanlarda evlerin ucuz olması nedeniyle Paris'te Çingenelerin çoğunlukta olduğu (Seine'in sol yakasındaki Latin Bölgesi gibi) mahallelere yerleşince kendileri de kısa sürede Çingeneler gibi bohem diye isimlendirilmeye başlanıyor. 

Sanırım merağınızı dindirmiş olmanın verdiği huzur ile bu yazıyı artık noktalayabilirim. Son noktayı Puccuni'nin La Boheme operasından II. Perde'nin final sahnesi ile koyalım. Bu arada Çingeneler MS 11yy. da başta Anadolu olmak üzere batıya göç etmiş, Kuzey Hindistan kökenli bir millettir.        
   

Puccini, La Boheme Operası, Perde II Finale

Referanslar

1) Fransızca orjinal tanımlama için bknz: Dictionnaire de l'Académie française, BOHÈME maddesi, https://www.dictionnaire-academie.fr/article/A9B1460
2)  New York Times: Henry Murger’s Tales of Paris Life Gave Rise to 2 ‘Bohèmes’
https://www.nytimes.com/2017/11/29/arts/music/laboheme-murger-puccinic-leoncavallo.html 
3) Efnan Dervişoülu, “Bohem Kavramı ve Bir Tereddüdün Romanı Üzerine," CIU folklor/edebiyat, cilt:16, sayı:62, 2010/2.
4) Victor Hugo and Bohemia, https://www.mtholyoke.edu/courses/rschwart/hist255-s01/boheme/hugo.html
5) Tracing the Legends of Bohemian Paris and Magical Montmartre, https://theculturetrip.com/europe/france/paris/articles/tracing-the-legends-of-bohemian-paris-and-magical-montmartre/

22 Aralık 2019 Pazar

Lagari'yi Utandırmak

Blog yazılarımda şu güne değin farklı birçok konu hakkında yazdım. Çoğu zaman da tarihle ilgili yazılardı. Bu yazımda biraz kendi konularıma döneyim dedim, gene tarihle içiçe olsa da...

Dr. Itokawa [2]
Benim ilk gittiğim zamanlarda JAXA'nın (Japonya Uzay Araştırma Ajansı), ISAS (Uzay Bilimleri ve Mühendisliği Enstitüsü) kampüsündeki ana binasının giriş katında bir müze vardı. Yakın zamanda bu müze daha kapsamlı olarak, kampüs içinde yeni yapılan bir binaya taşındı. İşte bu müzede de aktarıldığı üzere Japonya'nın uzay serüveni için milat 1955'tir. Rusların Sputnik'i uzaya göndermesine henüz 2 yıl vardır. Bu tarihte Tokyo'nun kuzeybatısındaki Kokubunji'de yapılan deneyler ile, müzede örneklerini görebileceğimiz, kalem boyutundaki roketler ilk kez uçurulmuştur. Kalem roketlerin arkasındaki fikir babası Japonların Dr. Roket dedikleri, Tokyo Üniversitesi'nden Prof. Hideo Itokawa'dır. ISAS'ın da kurucularından olan bu profesör ve ekibi [1] daha sonra yollarına Bebek Roketler ve 1960'da uzay sınırını aşacak ilk Japon roketi olan Kappa serisi roketler ile devam eder. Japonya'yı uzay yarışında, kendi uydusunu uzaya gönderen 4. ülke yapacak olan Ohsuni uydusunu 1970'de uzaya gönderen ise bu roketlerin daha gelişmiş versiyonu olan Lambda serisi L-4S-5 roketi olur [3].

Dr. Itokawa 1999 yılında ölmüş. 1998 yılında keşfedilen bir asteroide kendisinin ismi verilerek onurlandırılmış. Ölümünün yaklaşık 4 sene ardından kurulan JAXA'nın dünyada oldukça ses getiren uzay görevlerinden biri işte bu asteroide oldu. Hayabusa isimli uzay aracı asteroide gidip, üzerinden parçacık örnekler topladıktan sonra Dünya'ya geri getirdi.

Arkada M-V roketi ile ISAS kampüsünde sakuralar.
Konuyu esas özne olan kendimize getirecek olursak, bizim roketler ile tanışıklığımız bir rivayete göre Osmanlı zamanına kadar gidiyor. Evliya Çelebi'nin seyahatnamesinde rivayet ettiğine göre IV. Murat'ın kızı Kaya Hatun'un doğumu sebebiyle yapılan şenlikler sırasında Sarayburnu'ndan roketi ile havalanan Hasan Çelebi, 2.5km ötede denize iniş yapmış ve padişah tarafından bu uçuşu nedeniyle ödüllendirilmiştir. Dilerseniz bu noktada sözü Evliya Çelebi'ye bırakalım [4]:

Murad Han'ın Kaya Sultan adlı bir kızı doğduğunda akika (Yeni doğan bir çocuk için Allah'a şükür niyetiyle kesilen kurbanın adı) şenliği olduğu gece bu Lağari Hasan 50 okka baruttan yedi kollu bir fişeng icat edip Sarayburnu'nda padişah huzurunda derya üzere fişeğe bindi. Yardımcıları fişeğe ateş edip Lağari, "Padişahım seni Buda'ya ısmarladım. İsa Peygamber ile konuşmaya gideriz." diye göklere yükselirken dua edip Allah'a hamdler ederek yanında olan fişenklere ateş edip deniz yüzünü aydınlattı. Gök kubbede büyük fişeğin barudu kalmayıp yere inerken ellerinde olan kartal kanatlarını açıp Sinanpaşa Kasrı önünde denize düşüp yüzerek çıplak padişah huzurunda yer öpüp, "Padişahım, İsa Peygamber padişahıma selam eyledi" diye şakalar etti. Bunun üzerine bir kese altın ve 70 akçe ile sipahi zümresinden olup Kırım'da Selamet Giray Han'a gidip orada öldü. Rahmetli yakın dostumuz idi. Allah rahmet eylesin. 

Lagari Hasan Çelebi [5]
Lagari Hasan Çelebi gerçekten yaşamış mıydı, yaşadıysa bile böyle bir roketle havalanıp sağ salim yere inmiş miydi, bizler bilemiyoruz. Evliya Çelebi'nin hikayelerinin genel fantastik havasını düşününce ve o zamanın imkanlarıyla Hasan Çelebi'nin kendini bir roket içinde havalandırıp, sağ bir şekilde yere inmesinin teknik olarak çok zor olduğu dikkate alınınca, hayal ürünü bir karakter olması daha muhtemel. Ama yakın tarihimizde roketler ile gerçekten uğraşıp, Lagari'den daha az bilinen gerçek karakterler var.

Bunlardan ilki Bandırma Füze Kulübü üyeleri ve sonrasında onlarla güçlerini birleştiren İTÜlü bir akademisyen olan Kirkor Divarcı [6]. İlk çalışmalarına 1957'de yani Spunik 1'in fırlatıldığı yıl başlayan öğrenciler tüm olumsuzluklara ve eleştirilere rağmen kendi ürettikleri roketler ile denemeler gerçekleştirmiş ve oldukça da başarılı olmuşlar. Öyle ki seneler 1962'yi gösterdiğinde gençlerin, Kirkor Divarcı ile birlikte inşa ettikleri Marmara-2 isimli roket 15km irtifaya kadar çıkar ve dönemin amatör roket çalışmaları arasında dikkate değer bir başarı elde eder. Bu başarıyı Hürriyet I ve II roketleri takip eder. Amaç aslında açıktır, uzaya erişmek. Bu anlamda dikkat çeken projelerden biri Aktrüs Projesi'dir [6]. Aktrüs Projesi 500 kilogram ağırlığında ve 4 metre uzunluğunda bir roket ile uzaya fare göndermeyi amaçlıyordu. 1950 yıllarda Amerikanların V-2 roketleri ile uzaya fareler gönderdiği biliniyordu. Bu projede de benzer bir şekilde kapsülüne koyulan farenin hareketleri mikrofilm makinesi tarafından yol boyunca takip edilecek, roket 150 kilometreye ulaşınca kapsül ayrılacak, ayrılan kapsülden düşen fare paraşütle dünyaya inecek ve böylece farenin durumu görülebilecekti.

Marmara I Roketi fırlatılmadan önce [7]
Bandırma Füze Kulübü'nün ve Kirkor Divarcı başarıları dikkat çekmiş, dönemin cumhurbaşkanı Cemal Gürsel'de dahil birçok devlet büyüğü tarafından tarafından davet edilmiş, tebrik mesajları almışlardır. Fakat ne olduysa bundan sonra olur. Çalışmalar bir anda kestirilir, Kirkor Divarcı'nın çalışmaları yanar ve tüm bu yaşananlar unutulur gider. Bu unutulmuşluk o kadar fazladır ki İTÜ'den uzay mühendisi olarak mezun olmuş bir kişinin bile bu gibi çalışmalardan ancak seneler sonra haberi olur, Kirkor Divarcı İTÜ'nün kendi evladı olmasına rağmen! Şu an kendisi yaşıyor mu, yaşıyorsa nerde ve ne yapıyor, internette ne yazık ki herhangi bir bilgi yok. O zamanlar Bandırma Füze Kulubü'nü kurmuş insanlar ise isim değişikliğinin ardından Bandırma Havacılık ve Uzay Araştırma Derneği çatısı altında halen amatör bir şekilde faaliyetlerini sürdürüyor [8]. 

Kirkor Divarcı ve Bandırma Füze Kulubü'nün yaptığı çalışmalar tek emsal değil. Gene aynı tarihlerde memleketin başka bir köşesinde, Tokat'ta Muammer Kalender isimli 17 yaşında bir gencimiz de kendi çalışmalarını yapmaktadır. Gazetelerdeki haberlere göre daha evvel 3 başarılı deneme gerçekleştirmiş ve Kalender 4 isimli roketi ile 175km'ye yani uzay sınırının üstü bir irtifaya çıkmayı hedeflemektedir [9]. Yaşananlar hakkında gene birkaç gazete küpürü haricinde kapsamlı bilgi yok. Burada iki sebep olabilir: Ya haberde yazılanlar o kişinin hayal gücüne de dayanan biraz uydurmaca bilgiler, ya da insanların ilgisi yaşananlara en alt düzeyde olduğu için böyle birşey yaşandıysa bile kimse yeterince ilgilenmedi, kayda almak gereği hissetmedi. Sanırım ikincisi daha olası. 2015 yılında gene Bandırma Füze Kulubü hakkında Erk Acarer tarafından kaleme alınmış bir yazıdan doğrudan aktarıyorum [10]:

Hamdi Varoğlu’nun 1962 yılında ‘Fezaya doğru’ başlığı altında Cumhuriyet’te kaleme aldığı kısa ancak öz makale idealist gençlerin karşılaştıkları zorluklara ilişkin ipuçları verir:

“...El âlem gökleri fethetti. Fezada dolaşmadık bucak bırakmadı, yakında Merih’e, aya sonra belki öteki yıldızlara sabah kahvesine gider gibi seyahatler tertip edecek. Biz beri tarafta, bu işi merak edip sırrını keşfetmeye çalışan gençlerimize ilgi yerine ancak uçak mezarlığını gösteriyoruz. Füzeci gençler, Bandırmalılardan çoğunun alaylarına hedef oluyor. İlgi yok, yardım yok, el birliğiyle işin alayındayız. Hazerfen Ahmet Efendi’den bu yana bir arpa boyu yol alamamışız diyeceğim geliyor...”

Acı gerçek gösteriyor ki bu gençlerimizi özellikle halktan kimse kaale almamış, desteklememiş. Darbeleriyle, Kıbrısıyla dönemin çalkantılı günleri içinde cumhurbaşkanından, genelkurmayına verilen sözler hep lafta kalmış. Oysa ki desteklenselermiş belki 1970'de Japonlar ilk uydusunu göndermeden önce biz bunu yapacak, kendi uydusunu gönderen üçüncü, dördüncü ülke olarak ismimizi tarihe yazdıracakmışız. Dahası bunun bilimini daha o zamanlardan yapabilecek, bunun çalışmasını yapan, binlerce kişinin ekmek yediği şirketlerin temelini o günden atabilecekmişiz. Şimdi bakınca görüyorum ki bizde kendi roketimizi yapmakla ilgili haberler yeni yeni çıkmaya başladı. Arada geçen yaklaşık 60 sene ise koca bir kayıp. Peki çok mu geç? Zihniyet bu olduğu müddetçe evet...
SpaceX Falcon Heavy roketinin ilk fırlatılışı, 2018.
Bugün dünyanın dört bir tarafında özel şirketler kendi roketlerini uzaya göndermenin yarışı içinde. Çok yakın zamanda Yeni Zellanda menşeeli Rocket Lab onuncu roketini başarılı bir şekilde uzaya taşıdı ve belki de Elon Musk'un SpaceX'ine bir şekilde rakip olabileceğini gösterdi. iSpace, Çinli özel bir firma (ne kadar özel tartışılabilir), daha birkaç ay evvel ilk roketini fırlattı. SpaceX, uzayda kolonileşmenin kapılarını aralayacak Starship (Yıldızgemisi) çalışmalarına tüm hızıyla devam ediyor. Umarım bizler de biran önce daha hızlı, organize ve kendinden emin adımlar atıp kaçan bu yıldız gemisini yakalayabiliriz. Sözlerimizi Dr. Hideo Itokawa'nın zamanında yazdığı bir haiku (Japon geleneksel) şiiri ile tamamlayalım [2]:

"Gökyüzü sınırsız ve hayallerim sonbahar denizi üzerinde çok daha yükseklerde."


Dipnot ve Kaynakça


1) ISAS ilk olarak Tokyo Üniversitesi altında bir enstitü olarak kurulmuş, 1980lerde doğrudan eğitim bakanlığına bağlanmış, oldukça yakın tarihte, 2003 yılında JAXA'nın kurulmasıyla ajansın temel enstitülerinden biri haline gelmiştir.
2) Mitsubishi Heavy Industries, Spectra, "Dr. Rocket Builds a Lab", https://spectra.mhi.com/dr-rocket-builds-a-lab
3) ISAS Websitesi, "History of Japanese Space Research", http://www.isas.jaxa.jp/e/japan_s_history/detail/challenge.shtml
4) Günümüz Türkçesi ile Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Yapı Kredi Yayınları, sayfa 669.
5) Kaynak belirsiz ama yakın tarihli bir çalışma olduğunu düşünüyorum.
6) Murat Basmacı, "Türkiye’nin İlk Uzay Kulübü: Bandırma Füze Kulübü", Roketsan, Sayı 14-6, Ocak 2019.
7) Kirkor Divarcı ve Bandırma Füze Kulubü üyelerini Marmara I roketinin başında gösteren bu resime birçok kaynakta ulaşmak mümküm ama ilk kaynağına veya fotoğrafçısına dair bir bilgiye rastlamadım. Bu kaynaklardan biri için: https://seyler.eksisozluk.com/50-yil-once-uzaya-fuze-gondermek-icin-kollari-sivayan-turkler-ve-pek-bilinmeyen-yerli-fuze-seferberligi
8) Bandırma Havacılık ve Uzay Araştırma Derneği Web Sitesi, http://huzad.blogspot.com/
9) Devrim Gazetesi, "Kalender 4 Füzesi Bu Hafta Fırlatılıyor", Yıl 1, Sayı 208, 17 Kasım 1963
10) Erk Acarer, "Tam Fezayı Fethedecektik," Birgün Gazetesi, 19.07.2015

7 Aralık 2019 Cumartesi

Hadi Göl Doldu da Kafaları Ne Yapacağız?

Düşününce Japonya'da hiçbir şey görmemiş, öğrenmemiş olsam bile doğaya duyulan saygıyı ve doğa ile uyum içinde yaşamayı öğrenmiş olabilirim. Bu ne yazık ki insanımızın çoğunun, amiyane tabirle, kitabında yazmayan bir husus. Sıradan bir Japon'un - ki burda bakınız okumuşu, cahili diye bir ayrım yapmıyorum - doğaya duyduğu saygı ile bizim aynı şekilde sıradan bir insanımızın doğa saygısı arasında fersahlarca yol var. Kırk fırın ekmek yesek bile birşey olmayacak düzeyde.

Ağaçlar arasına saklanmış bir tapınak, Nikko
Japonya'da doğaya duyulan saygının dolaylı ya da dolaysız bahsi önceki yazılarımda defalarca geçti. Mesela geri dönüşüme verilen önem bunun en elle tutulur göstergelerinden (ilgili yazılar için bknz: Geri Dönüşemeyenler ve Geri Dönüşemeyenler: Kargaların İntikamı). Gerçi bu kadar detaya inmeye de gerek yok. Google haritasını açıp gerçek uydu görüntülerinden Japonya'ya bir genel bakış atarsak zaten bu doğa saygısı tüm çıplaklığı ile gözler önüne seriliyor. Şu rakamlar belki demek istediğimizi daha net anlatabilir. Japonya bizim yarımız kadar toprağa sahip bir ada(lar) ülkesi. Toplam nüfus ise bizim 1.5 katımız. Tokyo, dünyanın en kalabalık metropolitan bölgelerinden, İstanbul'dan bile daha kalabalık bir nüfustan bahsediyoruz. Ormanların kapladığı alan ise tüm ülkenin %67'si [1]. Yani yerleşim için de olsa, ne pahasına olursa olsun ağaçları kesmeyen, ormanla içiçe yaşayan bir medeniyetten bahsediyoruz. Merak ettiyseniz Türkiye için orman oranını gösteren bu rakam sadece %27. Belki yağışların nispeten az olduğu ve bozkırlarla kaplı İç Anadolu Bölgesi gibi ülkenin orman yönünden fakir bölgelerini dikkate alırsak ve hemen her zaman yağmur yönünden zengin Japonya ile karşılaştırırsak, doğrudan rakamları dikkate almak pek adil olmaz. Amma velakin ormanları talan edip yerine binalar diken insanlarımızı nasıl göz ardı edeceğiz, pek bilemedim!

Bir Şinto tapınağının okyanusa nazır kapısı, Shimoda.
Japonların doğa saygısı ile ilgili daha sayısız paragraf yazılabilir. Bu saygı, dinden öte bir inançlar sistemi olan, bizim nispeten hakkında daha fazla bilgi sahibi olduğumuz Şamanizm ile de benzerlikler taşıyan Şintoizm ile de ilgili. Çok tanrılı bir inanç olan Şinto'ya göre kayasından ağacına, nehrinden dağına doğada bulunan herşeyin bir ruhu olduğuna inanılıyor. Bu da tabi ki insanların doğaya karşı takındıkları tavırda en önemki etkenlerden biri oluyor. Bu etkileri örneğin Miyazaki'nin Komşum Totoro isimli animesinde görmek mümkün. Gene daha yakın tarihli Wood Job! isimli komedi filmi de Japonya'nın kırsal kesiminden sunduğu manzaralar ve şinto inancına dair verdiği ipuçları ile önerebileceğim filmlerden.

Dönüp gelip aynayı kendimize çevirdiğimizde ise gördüklerimiz hiç iç açıcı değil. Bir şekilde itiraf etmesek de en okumuşumuzun (neyi nasıl okumuşsa artık) doğa sevgisi/saygısı ile sıradan bir Japon'un ki arasında çok fark var. Sadece birkaç örnek vermek gerekirse: piknik yaptığı parkta, ormanda, dere kenarında veya denize girdiği sahilde her türlü çöpünü bırakanlar bizde; manzaramı kapıyor veya aman çok poleni vs. oluyor diye koca koca ağaçları keyfekeder kesenler/kestirenler bizde; altında maden, üstünde rant var diye ormanları talan edenler bizde; yaş iken eğilecek çocuklarının kopardıkları çiçeklere, kırdıkları dallara, doğaya verdikleri her türlü zarara kızacaklarına gülüp geçen anneler babalar ne yazık ki gene bizde.

Aslında Japonlar ve bizim aramızda doğa saygısı ve doğayla uyum içinde yaşama konularında bir karşılaştırma yapmak için çok da detaya girmeye gerek yok. Bunun için şöyle birşey yapmak yeterli. Önce internette Trabzon Uzungöl'ün bir fotoğrafını aratıyoruz. Sonrasında ise Tokyo'ya yakın Beş Göller bölgesinden Fuji Dağı manzarası ile meşhur Kawaguchiko Gölü'nün fotoğrafına bakıyoruz. Hadi kolaylık olsun diye o fotoğrafı ben vereyim. Aradaki farkları bulabildiniz değil mi? Uyanık Japonlar nasılsa rant var, millet geliyor diye dikmişler otelleri!

Fuji Dağı manzarası ile Fuji Kawaguchiko Gölü
Bu yazılanlar aslında biraz okuyup, çizenin, biraz internette doğru içereklere ulaşanların bileceği şeyler. Yazıyı yazmama vesile olan ise, yakın tarihli Dipsiz Göl vakası. 12000 senelik olduğu söylenen Gümüşhane'deki Dipsiz Göl'ün altında define olduğu düşünülerek kurutulması ve sonrasında yaşanan trajikomik olaylar silsilesi malumunuz. Şimdi medyamız için soru işareti gölün eski haline dönüp dönemeyeceği. Bu durum biraz önce yıkılıp sonradan onarılarak eski haline getirilmeye çalışılan tarihi yapılara benziyor. Evet eskisine benzer hale getirmek mümkün ama sadece yüzeysel olarak.

Japonya'ya son gittiğimde batı tarafında Fukui isimli bir şehirde konferansa katıldım. Japonya'daki hocam da konferanstaydı. Konferans sırasında sohbet ederken evvelsi gün bir boşluğu fırsat bilip yakınlardaki bir gölü görmeye gittiğinden bahsetti. Hocamın görmeye gittiği Suigetsu Gölü yaklaşık 70000 senelik bir gölmüş. Özelliği ise aynı Dipsiz Göl gibi hiçbir akarsu veya su kaynağı ile doğrudan bir bağlantısı olmaması. Bu nedenle gölün dibinde senelerce biriken tabakalar bozulmadan kalmış. İşin enteresan kısmı ise bahar ile yaz aylarında ve sonbahar ile kış aylarında dipte biriken tabakaların planktonlar ve diğer etkiler sebebiyle farklı renklerde olması. Sonucunda üstüste iki farklı renkteki tabaka bir seneye tekabül ediyor. Japon bilim adamları işte bu şekilde 70000 sene öncesine kadar tabakaları sayabiliyor! Peki bu ne işe mi yarıyor? Katmandalardan saptadıkları seneyi gene aynı katmanda buldukları yapraklar için yaptıkları radyokarbon testi sonuçları ile eşleştirip, normalde çok doğru sonuçlar vermeyebilen radyokarbon testinin doğruluğunu arttırıyorlar. Ardından bu eşleştirilmiş sonuçlar tüm dünyadaki arkeologlar, jeologlar vs tarafından kullanılıyor. Gölün kenarına da tüm bunları anlattıkları ve katmanları sergiledikleri bir müze yapmışlar [2].

Dipsiz Göl için de benzer durum söz konusu olabilirdi diye demiyorum bunu. Sonuçta Suigetsu Gölü için çok özel bir durum söz konusu. Ama ya Dipsiz Göl de aynı şartları taşıyor idiyse. Belki de gölün altında yatan hazine buydu. Sonuçta insanımın elimizdeki esas hazinenin medeniyetlerin beşiği olmuş bu coğrafya olduğunu anlamadığı sürece, daha nice göller boşalır dolar. Dilerim ki bir gün esas kafaları doldurabiliriz. Belki o zaman Yunus'un demek istediği anlaşılır:

Emeksiz zengin olanın
Kitapsız bilgin olanın
Sermayesi din olanın

Rehberi şeytan olmuştur.

Bize göre hazine... Kazdağları Milli Parkı'ndan...

1) Wikipedia girdisi: List of countries by forest area.
2) Fukui Eyaleti, Yıllık Jeolojik Çökelti (Varve) Müzesi, http://varve-museum.pref.fukui.lg.jp/en/varve/index