20 Nisan 2014 Pazar

Şehzadebaşı'nda Kaybolmak

Bir Vefa Lisesi mezunu olarak hayatımın 7 senesi Şehzadebaşı yakınlarında geçti. Lakin en son ara sokaklara da dalarak civarı dolaşınca fark ettim ki oralarda geçen 7 seneye rağmen bilmediğim, görmediğim onca yer var. Düşününce çocukluğun ve gençliğin gelgitleri içinde belki de etrafa çok iyi bakamamışız ve şehrin gizlerini gözden kaçırmışız. İçinde yaşadığımız şehir ve mekanlar o kadar hayatın bir parçası oluyor ki bazen yanından geçip gittiklerimize dönüp bakmaktan üşeniyoruz. Halbuki İstanbul, özellikle de eski İstanbul her sokağıyla farklı bir hikaye barındırıyor.


Aralarda kaybolmak: Şehzade Camii Sokak'ta pilavcılar...

Şehzade Camii, Mimar Sinan'ın çıraklık eserim dediği, Kanuni'nin oğlu Şehzade Mehmed için büyük ustaya yaptırdığı bir camii. Camiinin içine daha evvel girmiş miydim onu dahi hatırlamıyorum. Belki boş bir ders saatinde, ya da etrafta arkadaşlarla avarelik ederken bahçesinde dolaşmışlığımız vardır ama içine pek girdiğimizi zannetmiyorum. 

Camii'nin etrafı yeni yeni düzenlenmeye başlamış. Yakın zamana kadar camiinin kendisi de tadilattaydı zaten. Civardaki çalışmalar da halen devam ediyor. 

Bahçenin içinde arka tarafta bir takım eski binalar göze çarpıyor. Bunlar zamanında camii külliyesinin bir parçası olan medreseler. Elimizdeki tarihi eserler o kadar bol ki şimdi bu tarihi binalar Vefa Lisesi'nin kullanmadığı eski sıralar ve masalar için depo vazifesi görüyor. Kim bilir ne zaman bu ayıptan dönülüp bu binalar adam akıllı bir işlev için kullanılmaya başlanır.

Bu binaların arasından dar bir yol bizi Şehzade Camii Sokağı'na çıkarıyor. İnternette yaptığım araştırmalardan anladığım kadarıyla sokağın şimdiki hali eskiye nazaran daha iyi. Gene de bu eski binaların arasına sıkıştırılmış gece kondular gözden kaçmıyor. Şimdilerde arabalı pilavcılar için imalat yeri haline gelmiş durumda. Duvarlardan birinde göze çarpan "bugün Allah için ne yaptın?" yazısı tonlamaya bağlı olarak farklı anlamlar kazanabilir.

Sokağın bir köşesinde Önder Akay'ın Yitip Giden İstanbul (1) adlı kitabından öğrendiğim kadarıyla zamanında (2) Hekimoğlu Ali Paşa Kitaplığı olan eski bir yapı var. Günümüzde şimdi ismini hatırlamadığım bir vakfın binası olarak kullanılıyor (3).  İçerisi oldukça sessiz ve sakin. Bir kapıdan geçmek insana bir anda hangi tarihte olduğunu unutturuyor.

Hekimoğlu Ali Paşa Kitaplığı
Eski bir kemerli geçitten geçip hafif bir sol ve sağ yaptıktan sonra kendimizi Cemal Yener Tosyalı Caddesi'nde buluyoruz. Ortaokul zamanlarından hatırladığım kadarıyla öğrenciler için gönüllü trafik polisliği yaparken kaza sonucu hayatını kaybeden bir gençten alıyor cadde ismini. Geldiğimiz sokağın hemen karşısı Vefa Caddesi ve caddenin başında ise Tarihi Vefa Bozasıcı.

Boza başak ürün olan darı irmiği, su ve şekerden mamul edilen mayalı ve içinde faydalı gıda bakterilerinin yaşadığı bir içecek türü. Türkiye ile birlikte Kırgızistan, Bosna, Makedonya, Bulgaristan gibi birçok farklı ülkede de (kullanılan malzemeler farklılık göstermekle birlikte) üretilmekte ve tüketilmekte. Vefa Bozacısı'nın sitesine göre (4) boza bünyesinde B1-B2-B3-B6-B12 vitaminleri ile laktikasit bulunduran antimikrobiyel özelliğinden dolayı farklı hastalıkların tedavisinde de faydalı olan bir içecek. 

Senelerin Vefa Bozacısı...
Vefa Bozacısı bildiğim kadarıyla 1876'ya uzanan tarihi ile İstanbul'un en eski işletmelerinden birisi. Özellikle soğuk ve karlı bir İstanbul gecesinde yolunuz düşerse bir bardak tatmayı unutmayın. Bozacının karşısındaki kuruyemişçiden alınan bir paket sıcak leblebi ile daha da bir lezzetli oluyor.

Anne ve kız kardeşle boza keyfi...
Bozanın üzerine leblebi ve/veya tarçın koyabilirsiniz...
 
Dükkanın kapısından girdikten sonra karşı duvarda cam koruma içinde, zamanında Atatürk'ün boza içtiği bardak var. Duvarlar ve tavan bembeyaz. Bir rivayete göre özellikle tavanın bu denli beyaz olması eskiden, bardağın dibindeki son damlaları içmeye çalışan müşterilerin, bardağı kafaya dikip uzun bir zaman boyunca tavanı seyretmesiymiş. Neyse ki şimdilerde bozanın yanında plastik kaşık da veriyorlar! Bu ara sokağa sıkışmış mekan insanda şüphesiz farklı duygular uyandırıyor. Eski sandalyeleri ve sadeliği ile bozanızı içerken hangi tarihte olduğunuzu birden unutuveriyorsunuz. Soğuk bir kış günü etrafta yapılan gezinin ardından da oldukça cezbedici bir mola noktası haline geliyor.

İstanbul kısacık bir gezide bile insana farklı duygular yaşattırıyor; etrafına bakmasını bilen için şehrin sürprizleri hiçbir zaman eksik olmuyor.


(1) Timaş Yayınları: 2011.
(2) III. Ahmet zamanları oluyor bu zaman - 1700ler.
(3) Daha sonra aynı yerden iki kez daha geçtim fakat her ikisinde de giriş kapalıydı.
(4) http://www.vefa.com.tr/index.php?dil=tr&sayfa=boza


19 Nisan 2014 Cumartesi

Ey ahali! Duyduk duymadık demeyin!

Bir blog sayfası oluşturmak fikri uzun zamandır aklımdaydı. Aslında, blog da yapmak istediklerimi tam karşılamayacak ama bir yerden başlamak lazım, devamı elbet gelir.

Efendim, bu daha çok bir gezi güncesi. Ama illa ki çok uzaklara gitmeye gerek yok. Aksine en çok bildiğimden başlayacağım; doğduğum ve büyüdüğüm şehir, Şehr-i İstanbul'u anlatacağım öncelikle. Şehrin gizlerini, bilinmeyenlerini bizlere süprizlerini paylaşacağım. Şehre uzaktan bakan ama yakinen bilen biri olarak sizlere tanıtmaya çalışacağım. Sonrasında diğer yerlere geçeriz...

Diğer yerler diyince tabi ki akla ilk an itibariyle, yaklaşık 3.5 senedir yaşadığım ülke, Japonya geliyor. Fırsat buldukça buralardan bahsedeceğim. Güzelliklerini, aradaki binlerce kilometreye rağmen bize benzerliklerini ve haliyle bizi şaşırtan şeyleri, farklılıkları anlatacağım. Arada tarihe ve geçmişe şöyle bir dalar çıkarım diye düşünüyorum. Belki kendimce dünyanın iki farklı ucunda aynı şeyleri tecrübe edebilmiş ve bir şekilde aralarında bağ oluşturmuş bu iki ülkenin tarihlerine değinirim.

İşin aslında belki bu denli uzun bir girizgah da yazmaya gerek yoktu. Sonuçta ismi üzerinde, "Ersin'den Muzır Neşriyat"; okuduklarınızın, öğrendiklerinizin hangisi muzır hangisi değil ona siz karar verin.

Buyrun başlayalım...